Bu yazı başlığının içinde benim anladığım bir roman gizli. Benim anlamamın mana ve önemi yaşadığımız günlerde ne yazık ki çok değer ifade etmiyor. Tıpkı sizlerinde birçok konuda çok iyi anladığınız ama bir türlü çevrenize anlatamadığınız dertler gibi…
Öyleyse, öğrenmek ve anlamak arasındaki derin uçurumların arasında epeyce bir zaman daha dolaşacağımızı saptamış oluyoruz böylece. Kimileri uçurumdan düşecek kimileri da yazarak, anlatarak uçurumdan aşağı atılmayı bekleyecek. Evrimimiz şimdilik daha çok anlamaya değil de öğrenmeye dönük ne yazık!
Öğrenmek, bilgi edinme sürecidir ve genellikle teorik ya da pratik bilgiler içeren bir faaliyettir. Anlamak ise, bu bilgilerin anlamını kavrama ve içselleştirme aşamasıdır. İkisi arasında derin bir uçurum bulunmaktadır; birey bir bilgiyi öğrenebilir, fakat bunu tam olarak anlamadığı sürece bu bilgi, derin bir anlama dönüşmez. Yani öğrenmek, yüzeysel bir bilgi düzeyine ulaşmayı sağlarken, anlamak bu bilgilerin bağlamını ve uygulamasını kavrayarak derinleştirir.
Bu konuda oldukça farklı bir kişilik John Astor’un bir sözünü geçenlerde okudum:
‘’Öğrenmenin de maliyeti vardır, önceden öğrenenler indirimli fiyattan öğrenir; otoriteden öğrenenler özgürlük bedeliyle öğrenir; deneyerek öğrenenler etiket fiyatından öğrenir; hayattan öğrenenler gecikme zammıyla öğrenir; hayattan da öğrenemeyenler boşa gitmiş hayatlarıyla öğrenirler’’.John Astor
Koca bir dünyayı ve olayı ya da olayları bir paragrafa sığdırmak isteyebilirsiniz. Sanırım,aklımızda tutmamız gerekiyor ki ülkemizde her şeye olmazsa bile her şeyin fazlasına dünyanın tersinden öğrenilerek başlanılır.
Günümüz İnternet ve yapay zeka çağının tam ortasında her şeyi görünür olarak öğrenmek kolay gibi.İşte tüm sıkıntıda buradaki gibi benzetme ‘Edat’ında gizli. Bizim gibi geri kalmış ama söz kısmında her zaman en ileride olmak isteyen toplumlarda çoğu kez yaşanan sosyal ekonomik durumlara tezat bir şekilde edebiyat yükselir. Bunun sayısız örneklerini hem bizim ülkemizde hem de Latin ve Orta Amerika ülkelerinde gözlemlemek çok mümkündür.
Uzun yıllar boyunca bizleri yönetenlerin başını çektiği korodan hep şu sözü dinledik :
‘’Kökü dışarıda ideolojiler!’’
Sanki her şeyin kökü bizdeymiş ve bizleri yönetenler asla yabancı ham madde kullanmazlarmış algısı yaratan bir söz değil mi?
Oysa gerçekte durum böyle mi? Asla!
Hele şimdilerde yediğimiz ekmekten tutun da kullandığımız ilaca kadar ne varsa hepsini belirleyen kökü dışarıdaki Amerikan Doları olduğunda artık hepimiz hemfikiriz herhalde.
Aslında her şeyi çokça derin siyasi veya entelektüel kültüre ihtiyaç duyulmadan da anlıyoruz, hele iş hayatının içindeyseniz kolaylıkla fark edebiliyoruz. Artık,hayatımızda epeyce yer kaplayan marketlere değil de sanki borsaya gider gibi gidiyoruz. Dün önceki gün aldığım yoğurt hisselerinin ,süt hisseleri karşısında başa baş yarıştığını görünce içimden dedim ki tekel hisselerine gereken önemi vermem lazım artık! Ülkemizde hayatı bir paragrafa sığdırmak,nefes alan-yaşayan birini tabuta sığdırmaktan da beter iştir. Yaşadıkça okumak yazmak zorundayız.
Dolayısıyla, bireysel birikimlerimizi kolektif bir güce dönüştürmek ve yalnızca öğrenmekle kalmayıp, edindiğimiz bilgileri anlamlandırarak yaşamımızı dönüştürmek zorundayız. Eğitimin sadece bir araç değil, sosyal değişimin bir motoru olduğunu anlamalıyız kanımca.
Düşüncelerimizden yola çıkarak, her birimiz bireysel olarak farkındalığımızı artırmalı ve çevremize, topluma örnek olmalıyız. Unutmayalım ki, küçük adımlar büyük değişimlerin habercisidir.
Bu anlamda sıkça yaşadığımız kötü örneklerin aslında en iyi örnek olduğunu düşünüyorum; hiç değilse olmaması gerekenler konusunda oldukça eğitiyor hepimizi. Umut işkencedir dese de Nietzsche, gene de umutlu olmak gerekiyor. Unutmayın ki yine bir yazarın dediği gibi; “Eğer Tanrı insanlıktan umudu kesseydi, her gün yeni çocuklar doğmazdı.”
Yeni bir yazıda görüşmek üzere saygıyla selamlar dostlar.
John Astor, (1763-1848), Amerikalı bir iş insanı ve girişimciydi. Almanya’da doğmuş ve daha sonra Amerika’ya göç etmiştir. Astor, özellikle kürk ticareti ile tanınmış ve Amerika’nın en zengin adamlarından biri olmuştur. Aynı zamanda gayrimenkul yatırımlarıyla da ün kazanmıştır.
Yıllar içinde, New York’taki büyük gayrimenkul projeleriyle şehrin gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur. Astor, ayrıca 1825 yılında, Amerika’nın ilk tüccar gemisiyle Pasifik Okyanusu’na açılarak, burada bir koloniyi de kurmuştur.
Ölümünden sonra, bıraktığı servet ve yatırımlar, sonraki nesiller üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. Kısacası, John Astor, Amerikan iş dünyasında dönüm noktası olan bir figürdür.
John Astor’un maalesef Türkçeye çevrilmiş kitabı bulunmamaktadır; hakkında bilgi bulabileceğiniz bazı kitaplar şunlardır:
“Astoria: John Jacob Astor and Thomas Jefferson’s Lost Pacific Empire” – Peter Stark
Bu kitap, John Jacob Astor’ın Amerika’nın batısında kurduğu koloniyi ve onun tarihsel önemini anlatıyor.
“Empire of the Summer Moon: Quanah Parker and the Rise and Fall of the Comanches” – S.C. Gwynne
Astor’ın dönemi ile ilgili bazı bağlamlar sunan bu eser, Amerikan tarihinin önemli olaylarını ele alıyor.
“American Lion: Andrew Jackson in the White House” – Jon Meacham
Andrew Jackson’ın döneminde, Astor’ın iş dünyasındaki etkisi ve bunun yanındaki politik gelişmeleri açıklayan bir kitap.
“The History of the American West: 1860-1920” – David McCullough
John Astor ve dönemindeki Batı Amerika’nın tarihi hakkında bilgi sunar.
Bu kitapta, Batı’nın keşfi ve yerleşimi sırasında John Astor’ın rolü da yer alıyor.