Akıntıya karşı durmuş inci kefali gibi hissederim bazen kendimi. Bir döngüdür, her yıl kendini tekrar eder. Yumurtalarını bırakmak için akıntının tersine yüzen ve önündeki bendi sudan zıplayarak aşmaya çalışan inci kefalinin hikayesi… İnanılmaz bir görsel şölendir ama en can alıcı nokta içerdiği metafordadır. Görünürde bir göç, özde bir varoluşun hikayesidir. Dev dalgalara, kayalara, insanlara kafa tutan o küçük bedenler, yaşam döngülerini tamamlamak uğruna canhıraş bir çaba içindedir.
Balık özgürce yüzmek isterken ben de takılırım. Tıpkı hayat yolunda karşılaştığımız engeller gibi: sosyal, duygusal, zihinsel, toplumsal. Oysa özgür doğar insan. Hayatın akışında bu tarz bendlere takılır ve bu bendlerin eseri olan duygusal sıkışmışlık hâlini yaşarız. Çaresizliğe, teslimiyete sığınanlar akıntıya karşı yüzemeyen balıklar gibi suskunluğa bürünür. Suyun içinde ama akamayan, canlı ama sıkışmış bir varlık. Gücün, korkunun etkisiyle doğal akışına engel olunmuş hayatlar, ifade edilmemiş duyguların, düşüncelerin, yaşanmamış aşkların, yok sayılan emeğin, kirletilen doğanın, haksız kazancın, kadın cinayetlerinin, sömürünün, savaşlarda açlığa, ölüme terkedilen masum insanların birer tezahürü gibidir.
Balık akıntıya karşı, tüm engellere rağmen özgürce yüzer. Kimse onu durdurmaz. “Dur, sen zıplama! Sen balıksın, otur yerine!” demez. Yoluna taş koymaz. Özgür iradesiyle yüzer ve doğa tüm zorluklara rağmen buna izin verir ve onu ayakta alkışlar. Bu kadar muhteşem bir doğa olayı insan hayatına, yöre halkına ya da ataerkil kapalı toplumlara indirgendikçe inanılmaz bir tezatlık doğar. Doğada bir denge hâli, özgür irade varken, insan hayatı için hele hele ataerkil yapıda yaşayan bir kadın için bu durum tam tersidir. Balık kayaya çarpsa da durmaz; kadın bir söze, bir bakışa, bir korkuya takılıp durur. İlerlemeyi seçse de yalnız bırakılır, dışlanır. Doğa yaşamı desteklerken toplum bastırır.
İçinde bulunduğumuz şartlar ve içine doğduğumuz toplum, yani dış dünya, her zıplayışa bir balık kadar yaşam alanı tanımaz. Kim olduğumuzu ya da kim olmamamız gerektiğini belirler maalesef. Ama asıl belirleyici olan iç dünyamız değil midir? Bendler iç dünyamızın sınırları gibidir ve durmamıza neden olur. Durmak, insanı çürüten bir şeydir. Bizi aşağı çeker, renklerimizi, umudumuzu yitirmemize neden olur, çaresizliğe iter. İçsel bir denge hâli yaşamak, kendimizi var edebilmek adına bendlere karşı durmak çok önemlidir. Bu da içimizde kıpır kıpır akan suyun sesine kulak vermekle mümkündür. Gündelik hayata takılıyken, kaçımız içimizdeki bu sese kulak verebiliyoruz? Balığın göç hikayesi, içimizde akan bu sese bir çağrıdır aynı zamanda. İçgüdüsel olarak balık yumurtlamak amacıyla suyun tersine yüzer. Yani çırpınış bir amaca dönüktür ve bu amaç engellere rağmen var olmayı, yeniden doğmayı ifade eder. Doğadaki bu içgüdüsel denge, insanın kendini dengede tutmasına da bir ışık yakar. Harekete geçmek, bir anlamın kaynağına, bir iç huzura, belki de kendimize gitmek lazım. Bu da içimizde akan sese kulak vermekle mümkündür. O ses, bizi tam tersi yönde hareket ettirir, var olduğumuzu bize hatırlatır. Çünkü insan kendini en çok akıntıya karşı yüzerken hisseder. Ve durmak, kaybolmaya nedendir.
İçimizde hep bir yerlere varma isteğiyle çırpınıp dururuz. Her seferinde daha yükseğe sıçramaya çalışırız. Defalarca düşüp kalkarız. Bazen bir ilişkiden, bazen bir geçmişten, bazen de kendimizden kaçar dururuz. Engellere her takıldığımızda biraz daha büyür, güçleniriz. En sonunda akıntıya karşı yüzerken kendimizi buluruz.
Balığın her zıplayışı, bizleri sınırlayan algıya bir karşı duruş, zincirlerinden kopuş ve kendine yakın oluş olsun. Kanatları ışık saçan bir martı Jonathan ya da engellere meydan okuyan bir inci kefali olmak zor değil. Yeter ki içimizde akan suya kürek çekelim ve o sese kulak verip bir adım atabilelim. Benim yolum akıntıya karşı, ama kalbime doğru. Sevgiler…
Destina