USD41,99
%0.03
EURO48,85
%0.12
EURO/USD1,16
%-0.07
BIST10.551,34
%0.00
Petrol64,95
%3.77
GR. ALTIN5.513,36
%-0.32
BTC4.617.370,21
%1.71
  1. Haberler
  2. Kültür & Sanat
  3. Bir Kitap Tanıtımı : ”Burma’da BİR İdam”George Orwel

Bir Kitap Tanıtımı : ”Burma’da BİR İdam”George Orwel

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

George Orwell Eric Blair, ya da yazarlıktaki müstear ismiyle George Orwell üstüne söz söylemek yürek ister. Kendisi çok yürekli biriydi, en başta. İspanyol İç Savaşı’nda sosyalizmin mümkün olduğunu, ama komünistlerin savaşı kaybedeceğini, Stalinist komünist yönetimin kayalara vuracağını, “Big Brother” (Büyük Birader) tehdidini ve daha neler neler. Yaşadığı çağın her oluşumunu inanılmaz zekâsıyla irdeledi, gidişini gördü ve hiç korkmadan, herkesten erken söyledi. Erken de, öldü… İngiliz sınıf sisteminden nefret ediyordu. Babasının görevi nedeniyle, yıllarca Uzakdoğu’da yaşamış, kendisi de Birmanya’da (İngilizlerin ismiyle “Burma”, şimdiki askeri yönetimin verdiği adla da “Nyanmar”da) polis teşkilatında çalıştı. “Burma’da Bir İdam” bu dönemde tanık olduğu bir olay. Londra’daki editörü Dennis Colling’e yazdığı bir mektup. Bir Orwell mütercimi olarak, ifadesinin duruluğunun karşısında infazın vuruculuğu şaşırtmıştı beni. Derhal çevirdim. İdam cezasına karşı bir kampanyada işe yarar ümidiyle…

BURMA’DA BİR İDAM

Burma’da oldu bu anlatacaklarım. Ipıslak bir gündü, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Ölgün, teneke pası gibi sarı yampirik bir ışık, hapishane avlusunun yüksek duvarlarına yansıyordu. İdam mahkûmlarının hücrelerinin dışında bekleşiyorduk. Hayvanların kapatıldığı kafesler gibi, çift parmaklıklı iğrenç barakalardı bunlar. Her hücre, enine boyuna üç buçuk metre kadar genişti. Çıplak bir mekândı, tahta bir döşek ve bir su kabı dışında. Kimi hücrelerin esmer tenli sakinleri, battaniyelerine sarılmış, demir parmaklıkların gerisinden ölgün nazarlarla dışarıyı seyrediyordu. Hepsi idam mahkûmuydu, bir iki haftaya kadar asılacaklardı.

Mahkûmlardan birini hücresinden çıkardılar. Adam Hindu idi. Ufak tefek, zayıf, kavruk biriydi. Başı tıraşlı, sulanmış gözleri bulanık bakıyordu. Çelimsiz vücuduna hiç uymayan, yeni sürgün gibi fışkırmış kalın bir bıyığı vardı. Hani, şu komedi filmlerindeki abartılı, gülünç adamların bıyıkları gibi. Boyu iki metreye yaklaşan, çam yarması gibi Hindu muhafızlar mahkûmu derdest etmiş darağacına hazırlanıyorlardı. İki muhafız ellerinde tüfek ve sürülmüş kasaturaları ile adama vaziyet ederken, öbürleri ellerini kelepçeliyordu. Kelepçeyi zincirlediler ve kollarını da büküp bağladılar. Neredeyse mahkûma yapışık yürüyorlardı, elleri devamlı onu kavramış, sanki onun yanlarında olduğundan emin olmak ister gibi, adamı sımsıkı tutuyorlardı. Biri balıktutmuş da, henüz canlı balık tekrar suya atlamasın diye elinde hapsetmeye çalışıyor sanırdınız. Ama mahkûm öylece ilgisiz duruyordu, ellerini bağlasınlar diye uzatırken, ne olup bittiğinin farkında değil gibiydi.

Saat sekizi çaldı. Uzaktaki barakalardan, ıslak havayı delerek gelen bir boru sesi… Hepimizden ayrı, mesafeli duran canı sıkkın hapishane müdürü, değneğiyle kumu eşelerken, boru sesini duyunca başını kaldırdı. Müdür, askeri doktordu, fırça gibi gri bıyıklı, boğuk sesli biri. Sinirli sinirli, “Tanrı aşkına çabuk ol Francis” dedi. “Bu adamın bu saate kadar ölmüş olması gerekiyordu. Daha hazır değil misin?” Baş gardiyan Francis, kapkara elini havada sallarken: “Tamam efendim, tamam efendim” diye fokurdadı. Keten bezinden bir elbisesi ve sarı çerçeveli metal gözlükleri vardı. Ama, ş’leri tıslayarak konuşuyordu. “Herşey ayarlandı efendim. Cellat bekliyor. Hemen işe koyuluyoruz.” “İyi, haydi bitirin şunu. Bu iş bitmeden mahkûmlar kahvaltılarını yiyemeyecekler.”

Darağacına gidiyoruz. İki muhafız mahpusun iki yanında yürüyor, tüfekler takılı, öbür iki muhafız ise, adamı hem itekliyor, hem de sanki düşmesin diye tutuyordu. Geri kalanımız, hâkimler ve diğerleri, arkadan geliyorduk. Aniden, birkaç metre yürüdükten sonra, hiçbir ikaz ya da emir olmaksızın, tören alayı yarıda kesildi. Berbat bir şey oldu, nereden çıktığı belirsiz bir köpek avluya daldı. Avaz avaz havlayarak aramıza girdi, bir sürü insanı bir arada bulduğu için sevinçli, tüm vücudunu sarsarak etrafımızda atlayıp sıçramaya başladı. Uzun karışık tüylü, yarı teriyer, yarı sokak köpeği bir mahluk. Biraz atladı, zıpladı, sonra, kimsenin durdurmasına kalmadan, mahkûmun üstüne sıçradı ve yüzünü yalamaya çalıştı. Herkes donakaldı, köpeği yakalamayı bile akıl edemedik. “Bu Allah’ın belası köpeği kim saldı buraya?” diye öfkeyle haykırdı hapishane müdürü. “Biriniz yakalayın şunu!” Muhafızın biri kafileden ayrıldı, sarsak bir edayla köpeğin ardından seyirtti.

Ama, umursamaz köpek, hiç ele gelmiyor, oyun oynar gibi dans ediyordu. Genç bir melez gardiyan yerden bir avuç çakıl taşı alıp köpeğe fırlattı, ama köpek taşlardan kurtulup tekrar peşimizden geldi. Havlamaları hapishane duvarlarında yankılanıyordu. İki muhafızın tuttuğu mahpus, tüm bunlar infaz formalitesinin olağan bir parçasıymış gibi, ilgisiz bakıyordu. Neden sonra, nihayet biri köpeği yakalayabildi. Mendilimi boynuna dolayıp uzaklaştırdık onu. Ama, köpek hâlâ direniyor ve inliyordu. Darağacına kırk metre kadar kalmıştı. Önümde yürüyen mahpusun çıplak kahverengi sırtına baktım. Eli kolu bağlı, sarsak yürüyordu. Yine de, Hintlilerin o dizlerini hiç germeden hafif yaylanan yürüyüşü çok istikrarlıydı. Her adımda, adaleleri yerli yerine oturuyor, bir keresinde, her iki omuzunu yakalamış adamların kıskacına rağmen, bir su birikintisine basmamak için, hafif yana çark etti. Tuhaftır, o ana kadar, sağlıklı, bilinçli bir adamı yok etmenin ne demek olduğunu asla kavrayamamıştım. Mahpusun su birikintisine basmamak için yana çekilişini görünce, yolunda giden bir hayatı kısa kesmenin gizemini, dile getirilemez yanlışlığını gördüm. Bu adam ölmüyordu ki, bizim kadar canlıydı. Vücudunun tüm organları çalışıyordu, bağırsakları sindirdiğini dışarı atıyor, cildi kendini yeniliyor, tırnakları uzuyor, dokuları oluşuyordu. Darağacına çıktığında, sonra da saniyenin onda birinde havada düşerken, tırnakları hâlâ uzuyor olacaktır. Gözleri sarı çakılları ve gri duvarları görüyor, beyni hâlâ her şeyi hatırlıyor, akıl yürütüyor, hatta su birikintilerine bile dikkat ediyordu. O ve biz, bir grup insan, beraberce yürüyor, aynı dünyayı görüyor, hissediyor, anlıyorduk. Ama iki dakika sonra, ani bir kopuşla, içimizden biri gitmiş olacaktı, bir beyin eksik, bir dünya eksik. Darağacı, hapishane bahçesinden ayrı, her yanını dikenli uzun otların sardığı küçük bir avluda idi. Bir hangarın üç tarafı gibi, tuğladan yapılmış, üstüne kalın bir tahta döşenmiş, onun üstüne de iki direk ve kol demiri oturtulmuştu, en tepede de bir halat sallanıyordu. Hapishanenin beyaz üniformasını giymiş, gri saçlı bir mahkûm olan cellat, cihazının yanında bekliyordu. Avluya girer girmez, köleler gibi yerlere eğilerek hepimizi selamladı. Francis’in bir sözü üzerine, iki muhafız, mahpusu daha da sıkı tutup itekleyerek darağacına doğru götürdüler ve sakarca basamaklardan çıkardılar. Sonra, cellat tırmanıp halatı mahpusun boynuna geçirdi. Beş metre ötede dikilmiş bekliyorduk. Muhafızlar darağacının etrafında halka olmuştu. Ve sonra, ilmik boynunda sıkıştırıldığında, mahpus tanrısının ismini haykırmaya başladı. Yüksek sesle, nakarat gibi devamlı tekrarlanan bir feryattı bu, “Ram! Ram! Ram! Ram!” Canhıraş, korku dolu, acil bir imdat çağrısı değil, sabit, ritmik, neredeyse çan çalışı gibi bir seslenişti. Köpek bu sese sızlanır gibi karşılık verdi. Darağacında dikilen cellat, hemen un çuvalı gibi keten bir torba çıkarıp mahpusun başına geçirdi. Fakat, kumaşın emmesine rağmen, feryadı hâlâ işitiliyordu: “Ram! Ram! Ram! Ram! Ram!” Cellat darağacından indi, manivelayı tutarak bekledi. Dakikalar geçti gibi geldi. Mahpusun sabit, soğuk haykırışı sürdü de sürdü: “Ram! Ram! Ram! Ram! Ram!” Sesi bir saniye bile duraksamadı. Hapishane müdürü başını çenesine eğmiş, değneğiyle toprağı eşeliyor ve muhtemelen zihninde belli bir sayıya kadar izin vermiş, mahpusun feryatlarını sayıyordu.

Elli belki de yüz. Herkesin beti benzi attı. Hintliler‘in suratları berbat kahve gibi griye dönmüştü ve birkaçının kasaturaları da titriyordu. İpin ucunda bağlı, kukuletalı adama bakıyor ve haykırışlarını dinliyorduk, her feryat, iki saniye daha hayat demekti.
Hepimizin kafasında da aynı fikir vardı: Oh, öldür adamı çabucak, bitir şu işi, durdur şu iğrenç gürültüyü!

Aniden, hapishane müdürü kararını verdi. Başını kaldırdı, değneğiyle hızlı bir hareket yaptı. Neredeyse vahşi bir sesle “Chalo!” diye bağırdı. Madeni bir gürültü ve sonrasında ölüm sessizliği. Mahpus yok olmuştu, ama halat kendi üstüne dönüp duruyordu. Köpeği salıverdim, hayvan hemen dört nala darağacının arkasına koştu, ama oraya varır varmaz aniden durdu, havladı ve sonar avlunun bir köşesine çekilip otların arasında dikildi ve ürkek ürkek bize bakmaya başladı. Ölüye bakmak için darağacının arkasını dolandık. Ayakları dümdüz yere dönük, vücudu yavaş yavaş sallanıyordu, bir taş kadar kaskatı ve cansızdı. Hapishane müdürü elinde değneğiyle geldi, çıplak vücudu dürttü, ceset sallanınca, belli belirsiz bir sesle, “Bu iş tamam” dedi. Darağacından uzaklaştı ve derin bir nefes aldı. Yüzündeki sıkkın ifade derhal kaybolmuştu. Kol saatine şöyle bir göz attı: “Saat sekizi sekiz geçiyor. Bu sabahlık da bu kadar, Tanrıya şükür!”

Muhafızlar kasaturalarını çözüp marş marş uzaklaştılar. Uslanan ve bir hata yaptığının farkında olan köpek, muhafızların peşinden gitti. Biz de, darağacını bırakıp hükümlülerin bekleştiği hücreleri geçtik ve hapishanenin büyük avlusuna geldik. Hükümlüler, muhafızların nezaretinde kahvaltılarına çoktan başlamışlardı. Uzun kuyruklar halinde, ellerinde birer teneke kase çömelmiş bekleşiyor, aralarında dolaşan muhafızlar da pilav dağıtıyordu. İnfaz sahnesinden sonra, çok evcil, neşeli bir manzara gibi göründü. Görev yerine getirildiği için hepimiz müthiş ferahlamıştık. İnsanın içinden şarkı söylemek, koşmak ya da alabildiğine gülmek geliyordu. Herkes birden neşeyle çene çalmaya başladı. Yanımda yürüyen melez delikanlı, geldiğimiz yolu başıyla işaret ederek gülümsedi ve “Biliyor musunuz efendim, arkadaşımız (ölen adamı kastediyordu) temyiz talebinin reddedildiğini öğrendiğinde, hücresine pislemişti. Korkusundan. Lütfen, bir sigaramı alın, efendim. Yeni gümüş tabakamı beğendiniz mi? İki rupiye aldım. Kaliteli Avrupa tarzı.” Birçoğu güldü, neye güldüklerini bilmeksizin. Francis hapishane müdürünün yanında yürürken, çalçene konuşuyordu: “Şey efendim, her şey mükemmelen tamamlandı, bitti. Şipşak bitirdik işi. İşte böyle. Oooo, hayır. Her zaman böyle olmuyor. Doktorun darağacının altına gidip mahkumun ölümünü garantilemek için bacaklarına asıldığını bilirim. Ne nahoş bir durum!”
“Ayaklarına asılıp buruluyor öyle mi? Çok kötü” dedi hapishane müdürü.
“Ah efendim, mahkûmlar söz dinlemeyip direndiği zaman daha da berbat oluyor. Hatırlıyorum, bir adam, infaz için geldiğimizde hücresinin demir parmaklıklarına yapışıp kalmıştı. Söylediklerime belki inanmayacaksınız, ama adamın ellerini parmaklıklardan kurtarabilmek için, her bir bacağına üç muhafızın asılması gerekmişti. Makul davranması için onu iknaya çabaladık. ‘Bak sevgili dostum, dedik, bize yaptığın şu eziyete bak!’ Ama, gelin görün ki, adam bize kulak asmadı. Ah, ah, bize büyük sorun çıkarmıştı.”
“Bir de baktım ki, avaz avaz gülüyorum. Herkes gülüyordu. Hapishane müdürü bile hoşgörülü bir ifadeyle sırıttı. Gülerek, “Haydi hepiniz gelin de birer içki için” dedi. Arabada bir şişe viskim var. Hepimize yeter.”

 Hapishanenin kocaman çift kapılarından geçip yola çıktık. “Bacaklarına asılmak ha?” dedi Burmalı bir hakim ve kahkahalarla boğuldu. Hepimiz tekrar gülmeye başladık. O anda, Francis‘in öyküsü olağanüstü komik gelmişti. Avrupalılar ve yerliler gayet dostane bir hava içinde, beraberce içki içtik. Ölen adam bizden sadece yüz metre uzaktaydı.

 

 

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
Bir Kitap Tanıtımı : ”Burma’da BİR İdam”George Orwel
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Gazetemize Abone Olabilirsiniz.

Yeni haberlerden anında haberdar olmak için e-posta aboneliğini hemen başlat.
KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.