Cumhuriyetimiz bu yıl yüzüncü yılını doldurdu. Bu coğrafyanın başına gelen en güzel şey olan Mustafa Kemal Atatürk’ün bilim, rasyonel düşünce, hümanizm, bireyin gelişimi odaklı, “Aklı hür, fikri hür, vicdanı hür” eşsiz vizyonu ve Cumhuriyet’in tam bağımsız özgürlük anlayışı ile nice yüz senelere.
Yüz yıl önce, şu anda Afganistan’da var olan kültürel doku bizim coğrafyamızda tamamen hakimdi. Kız çocuklarının cinsiyetinden dolayı suç unsuru kabul edildiği, evlilik adı altında sığıntı konumunda yaşamaya mahkûm edildiği, zavallı bir varlık olması sağlanıp yüce gönüllüler tarafından merhametle ihya edildiği, kadının insan haklarının nefes almak, beslenmek, uyumak olduğu, yaşamı üzerinde karar verme hakkının olmadığı, erkek annesi olup, oğlu evlilik yaptığında değerli, saygın insan olabildiği, statü kazandığı, yönetilen iken yönetebilen kudretli kadın konumuna yükseldiği bir kültür içerisinde, “Ey kahraman Türk Kadını! Sen ayaklar altında sürüklenmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın” cümlesini kuran, amasız, fakatsız, kadının aklına, yüreğine, benliğine olan itimadı doğrultusunda inanarak söyleyen Mustafa Kemal Atatürk gibi eşsiz bir lidere sahip olmak, bu ülkede yaşayan herkes için büyük bir şans.
Peki, biz kadınlara olan güveninin yüzüncü yıl dönümümüzde ne kadar hakkını verebildik? Bu noktada Cumhuriyet’in değerlerinin daimi olabilmesinin tek yolunun, Cumhuriyet’in kazanımlarının bilincinde olan, geleceği şekillendirecek çocukları yetiştirecek kadınlarımızın, evlilik kurumunun içindeki basit didişmelerle, küçük hesaplar için akıllarını kullanıp, bir erkeğin gölgesi olarak var olmaya çalışarak, enerjilerini tüketmeyip kendilerini geliştirmeleri, eğitmeleri gerekmiyor mu?
İki bin yirmi dört yılında, bilimin ve teknolojinin gelebildiği en ileri düzeyde, kendini geliştirme kararlılığı söz konusu olduğunda, yeteneklerini geliştirmek, bilgiye ulaşmak anlamında, imkân ve olanakların istendiğinde sınırsız olduğu modern bir dönemde, çağdaş bir ülkede yaşayıp, cehaleti benimsemek, cehaletin egemen olmasına göz yummak bir gaflet değil mi?
Kendimizi gelenekler, annelik, evlilik rollerine hapsedip, yeteneklerimizi ve potansiyelimizi yok saymamız, ışığımızı söndürmemiz, özümüzdeki cevhere yapacağımız bana göre en büyük haksızlıktır.
Sahip olduklarının ve çok daha fazlasının bilincinde olan, ülkemizi aydınlık geleceğe taşıyacak, kendi yaşamını ve başkalarının yaşamlarını sanat eserine dönüştürme potansiyeli bulunan, hiçbir kadının zamanını, enerjisini, aldığı nefesi boşa harcamak gibi bir lüksü yok…
Tolstoy’un da dediği gibi:
“Dünya üzerinde hiçbir varlık insan kadar alçalamaz ve insan kadar yükselemez.”
Ayaklar altında sürüklenmek mi? Omuzlar üzerinde yükselmek mi?
Başka yolu yok!..