Tam altı yıl önce bugün 25 Ağustos 2018’de yazılmış bir İstanbul metni
Bir alışveriş merkezinin önünden yedi kat yerin dibine giriyorum. Her metroya binişimde aklıma üç şey geliyor; çocukluğumda yaptığım yaramazlıkların karşılığında annemden aldığım beddua; “yerin dibine giresice” ya da “yedi kat yerin dibine giresin” sözleri… Çok ilgisi olmasa da Dante’nin cehenneminin yedinci katında bulunan “şehvet düşkünleri”…
Bir de üniversiteyken edebiyat tarihi hocamızın insanların artık işlevsizliğini anlatırken metro ulaşımını buna örnek vererek: “Gençler, artık köstebekler gibi kitleler halinde yerin altına giriyoruz” sözleri..
İstanbul’daki metro da gerçekten çok derin in, in bitmiyor. Ankara’da daha az merdiven iniyorduk, hatırladığım kadarıyla Paris metrosu da bu kadar derin değildi.. İstanbul’a geldiğim ilk yıllarda hocamın sözü devamlı kulağımda olduğu için metro ulaşımını tercih etmiyor, otobüs ulaşımını kullanıyordum; fakat trafik sıkışıklığı, varacağım yere daha geç varmam nedeniyle bu karara ancak bir yıl direnebildim ve ben de köstebekliği kabullendim. Tam da hocamızın dediği gibi insan olma irademi ve mücadele ruhumu çağın egemenlerine teslim edip edilgenliği köstebekliği seçtim.
Kafka’nın yatağındaki böceğinden daha da aşağılara inip köstebekliğe terfi ettik…
Bu yürüyen merdivenlerde her defasında üstümüzdeki yay şeklindeki duvarların üstüme üstüme geldiğini hissettiğim ve azap çektiğim inme işlemini tamamladıktan sonra sekiz vagonlu trenin yedinci vagonuna bindim. Oturacak yer olmadığı için hemen sol tarafta kapı ağzının yanındaki yerde durup, sağ kolumu kaldırıp askılığa tutundum gözlerimi kaldırıp karşıma baktığımda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin parlak yüzüyle karşı karşıya geldim.
Kurban Bayramımızı mübarek eden afişte “KURBAN” kelimesinde “K” nın üstten sapını sola uzatıp ucunu aşağıya doğru çengel biçiminde yapıp; yine sondaki “N” nin altından sağa doğru bir çizgi uzatıp ucundan üste doğru bir çengel yaparak harflerin karakterlerini yok ederek akıllarınca bir estetiklik yaratmaya çalıştıklarına inanmış olacaklarını ya da eski harflerin çağrışımını yaparak bilinçli bir şekilde gözümüze soktuklarını düşündüm. Ancak asıl rahatsız edici taraf afişin üzerindeki güya İstanbul’u simgeleyen resim idi.. Yan yana dizilmiş ve küçültülmüş üç cami; Ayasofya, Yeni Cami ve Süleymaniye; aralarda sanki hiçbir şey yokmuş gibi yeşilimsi flou bir görüntü, koca Marmara’nın içinde küçük bir tekne, dört beş tane de martı figürüyle başkan: “Ben İstanbul’dan daha büyüğüm” der gibi biz köstebeklerin yüzüne tüm kompleksli masumluğunu takınmış bakıyor….
En büyük kurban İstanbul’du betona kurban edilmişti…
Birkaç durak sonra arkamdaki yerin boşaldığını afişin yanında bulunan vagonun camından görüp, usulca dönüp o yere oturuyorum. Gözlerim yaramazlığı ele almış bir kez durur mu sağa sola bakınıyor. Sağ yanımda oturan kadın telefonunu çıkarıyor, birisini arayacak belli; kimi arayacak diye gözümü telefona kaydırıyorum. büyük harflerle “AŞKIIIIIMM” diye yazdığı ya sevgilisi ya da kocasını… “ Ah” diyorum, ( aslında “ah” demiyorum kibarlık olsun diye böyle yazdım ama yalan söylüyor hissine kapıldım birden) “Ulan” diyorum, “Ben burada aşktan ölüyorum, kaç gündür, sevgiliye trip atıyor aramıyorum, o da beni aramıyor, içim içimi yiyip bitiriyor, gururumun başını da eğemiyorum, acı çekip duruyorum, ona bir kere bile “Aşkım” diye hitap etmedim, hatta sevgilim bile diyemedim bir kere “Ruhum” diye hitap ettim, o da Türkçe değildi zaten, Türkçe söyleyemediğim için Fransızca “Mon ame” dedim şimdi herkes birbirine “Aşkım” diyor, ne kolay böyle sözcükleri savurmak, aşk ne kadar ucuza gitti böyle…
Aşk da İstanbul gibi beton kalıbına döküldü ruhsuzlaştırıldı
Neyse herkes birbirine aşkım dediği için irrite olmuşum zaten, içimden kadına sesleniyorum: “Kadın sen “aşkııııımm” diye kaydettiğin insana çok mu aşık olduğunu zannediyorsun. O beş tane peş peşe düzdüğün “ı” ne orada öyle, iki tane de “m”” Al bir harf tefessüsü daha…Bu uzatmaları gördükten sonra kadının kocası olduğuna karar verdim, çünkü bu uzatmalarla evde bağırılır ancak, yapmacık bir edayla “Aşkııııımm”…Yok efendim ben almayayım kimse de bana böyle bağırmasın.
Kadın iki kez yeşil tuşa basıp sanki metroda telefon çekecekmiş gibi aşkını arıyor, cevap yok tabii, sonra çaresiz bir biçimde aşkını fotoğrafını büyüterek bakıyor…İçimden “Adamı yerin altındayken rahat bırak bari” diyorum ve sağ taraftan sıkılıp sol tarafa dönüyorum.
Kendi halinde bir genç kız, nedense parmağına bakıyorum, yüzüğü falan yok. İkide bir saçını düzeltip kolyesiyle oynuyor. Biraz sorunlu görünse de kızda fazla bir numara yok deyip bakışlarımı onun yanında kitap okuyan adama kaydırıyorum ve hangi kitabı okuduğunu merak edip başımı kızın omzundan yükseltip sayfanın başına bakıyorum, yok bu kitap sayfalarına kitabın adı yazılmamış, hangi kitaptı diye merak ediyorum, adamın sol tarafında otursaydım biraz eğilmekten çekinmeyecek kitabın adına bakacaktım. Buradan da bir şey elde edemeyince; biz yolculara ayna görevi yapan, hemen herkesin kendini seyrettiği vagonun karşı camına kaldırıyorum gözlerimi. Yüzüme bakmak istiyorum ama gözüm öncelikle; beyaz benekli koyu kırmızı “V” açık yakalı elbisemin yakasından görünen memelerimin arasına takılıyor. Geçmiş zamanlarda olsa hemen toparlanmaya, yakamı kapatmaya çalışırdım; inattan mı nedir bilemedim, rahat bıraktım kendimi. Üstelik memelerimi seviyordum, ne büyük ne de küçüktü, ama sol mememin altında atan kalbi daha çok seviyordum. Kırık olduğu halde en çalışkan işçimdi benim durmadan gece gündüz çalışıyordu…
Nehirler akar ruhunda/ suyun sesi kulağında/ ince bir yağmur yüreğinde/ ki süzgecidir aşkın
Son durak Tavşantepe, oh çıkıyorum; yeniden insanlığımı aramaya….
Nurbanu KABLAN – 25/Ağustos/2018