Zillullah ve İktidar
Padişahlar kendilerine “ZILLULLAH” yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi derdi. Kendisine karşı çıkmanın Allah’a karşı çıkmak olduğunu zihinlere kazıdı. Halktan yetki almadığı için rahattı. Hesabı Allah’a veririm anlayışı içindeydiler. İşte Atatürk bunu değiştirdi, kim olduğumuzu öğretti: ”Ne Mutlu Türküm diyene!” diyerek.
Kimlik Krizi
Son zamanlarda öyle bir hale getirildik ki neredeyse Türk olduğumuzu söylemekten utanacağız. Bunda ne yazık ki din adına konuşan dinci bezirganlar kadar aydın olduğuna inanan ve kendini ilerici diye tanıtan arkadaşlarımızın da payı çok fazla dersem abartmış sayılmam sanıyorum.
Ulus ve Bilinç
Elbette bir Kürt‘ün veya Ermeni‘nin ya da başka bir ulusa ait olduğunu söylemesi çok normal ve doğaldır. Bizlerin de ne olduğumuzun bilincinde olmamızdan daha doğal ne olabilir ki? Hayır, hayır ama hepsi serbest, Türk demek adeta yasak haline gelmiş hayatın işlevselliğinde. Neredeyse, dememin nedeni, elbette böyle bir yasak söz konusu olmazsa da teoride hayatın içinde fiili durum olmuş adeta. Dincisi, önce Müslümanız der, tarihinden habersiz solcu da bilinen ezberi tekrarlar: Önce insanız.
İnsan Olmak ve Ulusal Kimlik
Tamam, önce insanız kuşkusuz ve üstün ırk saçmalığına düşülmediği sürece insanın hangi ulusa ait olduğunu söylemesi hem hakkı hem de hazzıdır. Kendini devrimci, solcu diye tanımlayan arkadaşların, Mahir Çayan’ın “bizler ikinci kurtuluş savaşçılarıyız” dediğini sık sık hatırlamalı diye düşünüyorum.
Geçmişin Ağırlığı
Ülkemizin Osmanlı’nın Arapça tutsaklığından Atatürk sayesinde kurtulmasıyla birlikte, bugünkü gibi kavramların kolayca manipüle edilmediği zamanlardı; iyi bir devrimci önce millî kurtuluşçu ve “bağımsızlık” şiarı yurttaşlık bilincindeydi o zamanlar. Onun için ülkü adında dergi çıkartılabiliyor ve sol sağ düşüncedeki aydınlar birlikte yazabiliyordu. Bunun en iyi örneği Nihal Atsız ve Sabahattin Ali‘nin birlikte yazdığı “Atsız Mecmua“dır. *
Övünmek ve Kimlik
Konunun üzerinde çokça durmak değil ama belirtmeden geçemedim. Herkes rahatlıkla Kürt, Kürtlüğüyle, Ermeni Ermeniliğiyle tabii ki övünebilir. Türk neden övünmesin? Sorun, üstün ırk saçmalığına varmadıkça rahatsız edici değil, tersine bu konuda yazılmış övgüleri duymak, okumak pek tabii ki mutlu eder hepimizi. Türkleri, yani bizleri.
Karanlık Dönem
Elbette ülkemizdeki en kötü ve karanlık dönem 12 Eylül 1980 Cuntası yani Faşist Kenan Evren yönetimidir. Bu dönemin ağırlığı on yıllar geçmesine rağmen acısı geçmemiştir. Demokrat aydın ama ‘sol’un yaşadıklarından habersiz insanların, aydın ve ilerici kesimlerde adeta adı konulmadık bir ‘Türk’ kavramına karşı uzaklığın psikolojik kökleri burada gizlidir. Sözlerimi daha açarak yazayım:
Empati ve Anlayış
Yirmi dört saat koridordaki hoparlörden Müşerref Akay’ın seslendirdiği “Türkiyem” şarkısı kulaklarınızda çınlasa ve o günlerde her gün hem de açlık grevindeyken bile onlarca kişi tarafından coplarla kıpkırmızı olana kadar vücudunuzun her tarafı morartılana kadar saldırıya uğrarsa ne hissederdiniz diye az düşünüp lütfen “empati” yaparsanız eğer, bu alerjik davranmanın nedenlerini çok daha iyi anlarsınız.
Avrupa’nın Gözünden Osmanlı
İşte bu övgülerden en güzellerini belki de Flaman asıllı Avusturyalı diplomat ve yazar Ogier Ghislain de Busbecq‘ten okumak eminim sizlerin de hoşuna gidecektir.
1555’te İstanbul’a gelen Avusturya Devleti elçisi Ogier Ghiselin “Türkiye’yi Böyle Gördüm” adıyla yayınlanan günlüğünde Türklerin yemek konusundaki hassasiyetini şöyle anlatır: “Türkler obur değillerdir. Gayet az yerler, bir parça ekmekle beraber tuz, soğan ve yoğurt bulurlarsa yemek için başka bir şey aramazlar. Yoğurt ekşimiş süttür… Süte nazaran akıcı değildir. Türkler buna su ilave edip içine ekmek doğruyorlar. Bu, harareti azaltmak için çok iyi bir sıvıdır. Hem besleyici hem de hazmı kolaydır. Kervansarayların hepsinde yoğurt mutlaka bulunur. Çünkü Türkler yolculuk sırasında sıcak yemek aramazlar. Yoğurt, peynir, üzüm gibi şeyler yerler. Üzüm, vişne gibi şeyleri kaynatıp toprak kaplar içinde saklarlar.”
Tarihin İzleri
Avusturya sefiri olan yazarımız, Kanuni Sultan Süleyman döneminin son zamanlarında ülkesinden İstanbul’a yaptığı seyahati, ailesine göndermek üzere dört uzun mektupta topluyor. Bu eserde o döneme ait gerçekten çok ilginç bilgiler var. Yazar mektupları yazarken önyargılı bir yaklaşım gütmemiş. Bununla beraber gereksiz övmelere başvurup methiyeler de düzmemiş. Ne gördüyse onu yazmış. Padişahın huzuruna çıkışını anlattığı bölümde, sultanın azametini yazdığı gibi kendine davranışında büyük bir kibir sezildiğini de eklemiş. “Türkler atlarını çok severler, o kadar severler ki onlarla uyurlar.” diyor. O zamanlar da pilav üstü et yiyormuşuz mesela :) Nostaljiye delicesine tutkun, kafası bazen geçmiş yüz yıllara giden, oralarda takılıp kalan ve bunlardan büyük bir haz duyan okur arkadaşlarıma tavsiye ediyorum. “Yerde bir beyaz kağıt bulduklarında, onu hemen kaldırır yüksek bir yere sıkıştırırlar.” diyor… Acaba neden? :)
Bir Öneri
Fırsatınız olursa eğer bu kitabı okumanızı öneririm. Ogier Ghiselin “Türkiye’yi Böyle Gördüm” kitabını mutlaka okumanızı öneririm. Hele hele bugünlerde dört bir yandan baskı ve pahalılıkla kuşatıldığımız bir zamanda derindeki köklerimizi hatırlamak için bire bir gelir diye düşünüyorum. İşte onurumuzu okşayan bizi sevindiren sözlerden iki alıntı:
“Türkler her zaman ya çok aşırı duygulu ya tamamen hissiz davranırlar. Dost bildiklerine karşı son derece iyi kalpli, merhametli, öfkelendikleri zaman da gayet sert hareket ederler.”
“Türk orduları, baharda kabaran nehirlere benzer. Kendilerine engel olan seddi bir noktadan yıkıp geçebilirse o yerden boşalır ve önlerine gelen her şeyi silip süpürürler.” (Türkiye’yi Böyle Gördüm – Ogier Ghislain De Busbecq)
Tarihsel Bir Dönüşüm
Yazımızın sonuna geldiğimizden bu konuda Falih Rıfkı Atay‘ın “Batış Yılları” adlı kitabından söz etmesek olmaz diye düşünüyorum. (1900’ler) Falih Rıfkı der ki; “Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti. Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, “Padişahım çok yaşa” diye bağırırdık… Okullarda da Arap Arap’ım, Arnavut Arnavut’um, Rum Rum’um derdi, fakat biz kendimize ‘Osmanlı’ demek zorunda kalıyorduk…”