Ülkemizde ekonomik sıkıntılar ve halkın yaşadığı yoksulluk artık bıçağı kemiğe dayamış; hatta kesmeye başlamıştır.
Hiç kimse Kürt veya Türk ya da başka bir kimliğine bakılmaksızın, her geçen gün daha yoksullaştırılmakta ve çaresizliğe doğru devşirilmektedir. Basına yansımayan kavgalar, vurdu-kırdı ve yer yer cinayete, intiharlara varan olaylar, herkesi adeta köşesine çekilip izlemek ve kaderine boyun bükecek hale getirmiştir. Peki, ülkemiz bu halde iken bizleri yöneten yöneticilerimiz ne yapmaktadır?
Ekonomiyi düzeltecek diye bin bir şamata ve gürültüyle sevinç nidaları altında getirilen ekonomiden sorumlu sayın Bakanımız Mehmet Şimşek beyefendi, şapkadan tavşan çıkartma yönteminin eskidiğini düşünerek, bu defa doğa nimetlerine gözünü dikmiş ve Fethiye güneşi ile Giresun arasındaki kıyaslama yoluyla daha çok yakıcı güneşin olduğu sayfiye yerlerinden vergi alınabileceğini söylemiştir.
Öyle olay ve demeçler duyup yaşıyoruz ki topluca bunları izah etmekte bile kendi adıma zorlanıyorum. Bu durumda ister istemez, bu olayların izahı değil daha çok mizahı olur diye düşünüyorum.
İsrail’in saldırgan politikalarının gölgesinde, anayasa tartışmalarının açtığı kapıdan ilerleyen açılım adımları, bir anda siyasetin merkezine oturuverdi. Devlet Bahçeli ve Recep Tayyip Erdoğan, ülkenin birlik ve beraberliğe olan acil ihtiyacını yeni kavramış gibi, tüm kadrolarına çağrılar yapmaya başladılar. Bahçeli, Erzurum’un bereketli topraklarından yola çıkmayı planlayarak yeni dönemin siyasi rotasını çizmeye hazırlanırken, Erdoğan genç kaymakam adaylarına anadilimizin önemini anlatma çabasına girdi.
Cumhur İttifakı’nın diğer ortakları henüz bu durumu kavrayabilmiş değil. Kendilerine biçilecek rolü dört gözle beklemekte. Fakat “muhalefetin” sağ kanadı, tek tek görüşlerini beyan etmeye başladı. Ahmet Davutoğlu, elini havaya kaldırarak yapılması gerekenleri ev ödevi edasıyla dile getirirken, Ali Babacan meselenin ekonomik ve demokratik boyutuna vurgu yaptı. Babacan’ın açıklamaları, o kadar Abdullah Gül tınısında bir değerlendirme oldu ki, eski cumhurbaşkanının müdahale etmesine gerek kalmadı.
İyi Parti ve Zafer Partisi, yaşanan gelişmelerden hayli memnun görünmekte. Fakat bu memnuniyet, ülkeye barışın gelme ihtimalinden değil, Milliyetçi Hareket Partisi’nin oy kaybetme endişesinden kaynaklanmaktadır.
Ülkede değişen tek bir şey yok; iktidarın denetimindeki yandaş gazetelerin manşetleri, televizyonların ana haber bültenleri bu konuyu aşikâr bir biçimde kendi talepleri doğrultusunda sunmakta. Özetle, Cumhur İttifakı’nın iki ortağına göre, Ortadoğu’da cereyan eden olaylar ve İsrail’in adım adım Türkiye sınırlarına yaklaşan saldırgan politikaları karşısında, ülke safının sıkılaştırılması için zamanın geldiği düşünülmekte. Bu sebeple, Demokrasi ve Mücadele İttifakı’na (DEM) da dahil olmak üzere, bütün kesimlere el uzatılmış durumda.
DEM’in Meclis grubuna el uzatma çabası dışında somut bir gelişme henüz kaydedilmedi. Ancak bu girişim, birçokları için tatmin edici bir adım olmayı başardı. Nitekim, DEM’in Meclis Başkan Vekili Sırrı Süreyya Önder’in ilk oturumunu Bahçeli ve Erdoğan’a teşekkürle açması, atılan adımın etkisini özetlemeye yetecek kadar anlamlıdır.
Fakat siyasetin zirvesinde yaşanan bu “bahar havası”, sokağa yansımakta yetersiz. Hakkını arayan işçiler, adalet bekleyen siyasi rehineler ve ekonomik zorluklar içinde kıvranan milyonlarca insan için durum değişmemiş; aksine daha da kötüleşmiştir. İşte tam da bu bağlamda, Erdoğan ve Bahçeli, hamlelerinin ilk semeresini almaya başlamış görünmektedir.
Halkımız ise sokak argosunda söylenen bir sözle sürekli olarak meşguliyetle tedavi edilmektedir.
Gelin de şimdi Aziz Nesin’in, hepimiz hastayız, hasta deyişini nasıl anmayalım! Söyleyin lütfen, söyleyin!