Aziz Nesin 1948 yılında Bursa’ya sürgüne gönderilir…
“…Bursa’da tanıştığım başka bir kitapçıya gittim.
-‘İngilizce ders verilir’ diye bir kağıda yazsam da, sizin dükkanın camına kağıdı yapıştırsam, nasıl olur?
-İş çıkmaz! dedi.
-Neden?
-Şimdi herkes İngilizce ders veriyor. Manav dükkanlarından, berber dükkanlarına kadar bak, hepsinin camında ‘İngilizce ders verilir’ diye kağıtlar asılı…
Ağaçlara, duvarlara bile kağıt asmışlar. İngilizce dersi bu hızla giderse, ders verenler dersi alanlardan fazla olacak. O zaman, Türkçe ders verenlere iş çıkacak. En iyisi, siz Türkçe dersi verin.
Güldüm.
-Şaka değil, dedi, şuraya ‘Eski Türkçe dersi verilir’ diye bir kağıt asalım, bak kaç kişi gelecek.
Dediğini yaptık.
Bir hafta sonra dört öğrencim oldu. Bunlar, dokuzla on üç yaş arasında çocuklardı. Eski kitapları okumak isteyen gençlerden gelir sanmıştım, oysa çocuklar geldi.
Önce bir baba geldi.
-Kuran dersi verir misin? dedi.
Bu, hiç hesapta yoktu.
-Veririm… dedim.
Adam, çocuğunu göndermeden önce, beni Kuran’dan bir sınava çekti. Vaktiyle hafız olmanın bir zaman gelip yararını göreceğimi hiç ummamıştım. Kuran öğrencileri birken iki, ikiyken üç oldu.
Her sabah Ulucami’ye gidiyoruz. Öğrencilerime Kuran dersini camide veriyorum. Öğrenciler sekize çıkınca, başıma bir iş gelecek diye korkmaya başladım. Çocuklarının iyi yetiştiğine memnun babalar birbirlerine haber veriyorlar.
Çocuklardan birinin babası, bir gün,
-Maaşallah, çok çabuk öğretiyorsunuz, dedi. Bizim oğlana bir hoca ders veriyordu. Oğlan bir yılda ‘Amme’ye gelemedi.
Durum iyi. Hani içimden, ‘Sürgünden sonra da Bursa’da kalsam, bu Kuran dersi hiç de kötü iş değilmiş…’ diye geçiriyorum.
Bir sabah yine Ulucami’de bekledim. Öğrencilerimden hiçbiri gelmedi. Ertesi gün de gelmediler. Camide tanış olduğum, müezzin ya da kayyum gibi biri vardı, ona nedenini sordum. Kem küm ediyor, ağzından baklayı çıkarmıyor.
-Hastalanmışlardır, diyor.
-Salgın hastalığına tutulmadılar ya bunlar… Hiçbiri gelmiyor.
Bir daha öğrencilerim gelmedi. Sonradan öğrendim.
Öğrencilerimden birinin babasına,
-Oğlunuza kim Kuran okutuyor? Biliyor musunuz? diye sormuşlar.
-Hafız Aziz! Demiş.
-Hafız mı? Ne hafızı? Tam hafızı bulmuşsunuz maaşallah…
Ne olduğumuzu anlatmışlar.
Bunu bana bir gün, kahvede ahbap olduğum, ama kim olduğumu bilmeyen bir adam anlattı.
-Ah kardeşim ah, dedi, İstanbul’dan buraya sürgün ediyorlarmış, burada hafızız diye ortaya çıkıyorlarmış. Bu heriflerin girmediği kılıf yok… Az kaldı ben de çocuğumu gönderecektim. Öyle de güzel, çabuk öğretiyormuş ki… Az kaldı çocuğu zehirletecektik…
Böyle bir adamın Ulucami’de hafızlık edeceği kimin aklına gelir?” (AZİZ NESİN, “Bir Sürgünün Anıları”, Nesin Yayıncılık, 2019)
Bu metni okurken hafızama gelen:
Aziz Nesin öldü, oğlu Ali Nesin Profesör oldu. Matematik Nobeli olarak nitelendirilen ödülü aldı.
Aziz Nesin vasiyetinde bütün mal varlığını kendi kurduğu, yetim çocukların çoğunlukta olduğu matematik köyüne hibe etti.
Ali Nesin’e bir röportajda “Babanız mal varlığını sizin yerinize matematik köyüne hibe etti. Bu konudaki düşünceniz nedir?” sorusuna, “Ben profesörüm ve aldığım maaş bana yeterli, babam doğrusunu yaptı” dedi.
Erbakan öldü. Çocukları Erbakan’ın mal varlığını bölüşemedi. Mahkeme, mahkeme, icra dairesi, icra dairesi dolandılar.
Bütün Saadet Partililer’in bildiği, mahkeme partiyi kapatırsa yeni kurulan parti de genel merkez olarak kullanırız diye Erbakan’ın üzerine yapılan Balgat’taki genel merkezi, Fatih Erbakan Saadet’e genel başkan olamayınca, tapu kaydı babasının üstünde olduğu için gasp etti.
Türkeş öldüğünde… Sopa yemekten korkarım, bilen biliyor Türkeş’in mal varlığını çocuklarının bölüşemeyip mahkemelerde gezdiğini.
Necmettin Erbakan ve Çocukları: İslamcı
Alparslan Türkeş ve Çocukları: Milliyetçi
Aziz Nesin ve Oğlu Ali Nesin: Ateist
Bunu yazarken sonunda bir yere bağlayacak bir şey soracaktım.
Soruyu unuttum.