İnsan kendi kalbine inanıyorsa, hangi durumda göründüğünün çok kıymeti yoktur. Ben de biliyorum, görüşmediğim yüzlerce değerli insana adetten “öz eleştiri” verip, bir değerli akademisyenimizin dediği gibi, “hikaye” anlatmayı… Bu sözlerim asla hataları savunmak anlamına gelmiyor. Ancak, özel koşullarda istisna olarak yaşananları beni birebir tanıyan herkes biliyor. Ne yapalım, Ay’da leke çok görülürmüş. Büyük fedakarlıklar, genellikle yaşandığı zamanlar anlaşılmaz; tersine veciz sıfatlarla ödüllendirilir. İşin başı ve sonu insanın kalbinde gizlidir. Ben de ondan çok eminim. Kendinden sıkıntısı olsaydım, kendime inanmasaydım, yirmi yıldır yazmazdım, kendimi ortaya koymazdım. Elbette, geçmişte bulunduğum çizgide değilim artık! Köprülerin altından ne sular, seller aktı. Ancak, ülkemizde yaşanan bu baskı ve kuşatma içinde “Sol” a dönük geçmişi kaşıyarak eleştirilerde bulunmak, diktatörlük ve gericiliğin değirmenine su taşımak anlamına gelir. Bu durum beni kendi kalbimden uzaklaştırır. Biliyorum ki, bugün aidiyet kaynaklı geçmiş siyasal çizgiyi savunan sayısız yiğit, onurlu ve farklı bedel ödemiş insanlara karşı en azından saygılı olmak, insan olmanın gereğidir. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki, siz siz olun, en önemli yakınlarınızın canı pahasına bile, hiçbir maddi zararınız olmazsa bile, taşıdığınız siyasal çizginin dışına savrulmayı kabul etmeyin. Bir gün bulabilirsem, bu konuda Çetin Altan’ın yazdığı bir hikayeyi olduğu gibi yazıp paylaşmak isterim. Şimdilik aklımda kaldığı kadarıyla yazacağım; eksik hatırlarsam eğer bağışlayın beni. Çetin Altan’ın hikayesinin adı “HER ŞEY AÇIKLANAMAZ.”
Adamın biri ikide bir, “her şey açıklanamaz” dermiş! Bunu defalarca dinleyen dost ve arkadaşları, “nedir bu her şey açıklanamaz be kardeşim, bıktık, usandık” diye serzenişte bulunmuşlar. İşte bu adamın biri diyelim, “Tamam, haklısınız!” demiş: “Açıklayıp anlatacağım, sonra siz karar verin, açıklanıyor mu, açıklanmıyor mu?”
Bir gün köy evimizdeyiz. Hatun hastalandı. Hep alışmışız, o da alışmış, inekleri hatun sağardı o güne kadar. “Bey,” dedi, “ben hastayım, bir zahmet birkaç gün inekleri sen sağar mısın?” Tabii, hatun dedim, “sen sıkma canını, dinlen, iyi ol. Bir an önce bizi sensiz koma, bak, her iş birbirine karıştı.” Başınızı çok ağrıtmayayım, indim ahıra ineklerden süt sağmaya. Birkaç ineği sağdım, sorunsuz, sıkıntısız derken sıra geldi bizim süslü kızı sağmaya. Bir huysuz, bir öfkeli ki, süslü kız hiç sormayın gitsin. Kovayı nereye koysam devirdi. Önce sağ ayağıyla devirdi, sonra sol ayağıyla. Ben de sinirlendim, kalktım, iki arka ayağını yandaki direğe bağladım. Bu defa da şaşıracaksınız ama, bildiğimiz kuyruğuyla nasıl yaptıysa devirdi süt kovasını. Ben de kalktım, kuyruğunu da bağlayayım da dökmesin diye bir daha. Tam bu anda da hanım merak etmiş beni, hasta haliyle kalkmış, tam ahırın önüne gelmiş mi? Bilmiyorum tabii, malum, süslü kızı zapt etmeye çalışıyorum. Tam hanım içeri gireceği anda ben süslü kızın kuyruğunu direğe bağlamaya çalışırken pantolonun kemeri ve aynı anda düğmesi kopup ayağımdan düşmez mi? Kaldım öyle donla süslü kızın arkasında. Hanımın, “Allah belanı versin, azgın herif!” diyerek kapıyı çarpıp gittiğini hatırlıyorum.
Şimdi, siz söyleyin bakalım, her şey açıklanır mı?
4 Mart 2021, Büyükçekmece.