USD0,000000
%0
EURO0,000000
%0
EURO/USD1,16
%-0.11
BIST10.565,74
%-0.59
Petrol64,26
%1.98
GR. ALTIN0,000000
%0
BTC4.086.698,89
%-0.95
  1. Haberler
  2. Genel
  3. Gelmiş Geçmiş En İyi Distopik Kitaplar

Gelmiş Geçmiş En İyi Distopik Kitaplar

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Distopya Kavramı ve Tarihçesi

Bildiğimiz kadarıyla, distopya sözcüğü ilk kez 1868 yılında söylenmiştir. Felsefeci John Stuart Mill bu sözcüğü, bir konuşmada kullanmıştır. Şimdilerde; 150 yıl, iki dünya savaşı, binlerce metin ve sayısız teknolojik ilerleme sonrasında, distopya günümüzde hâlâ gündemde. Distopya hâlâ bir alt kümenin alt kümesidir (spekülatif kurmaca > bilimkurgu > distopya), ancak teknoloji, mahremiyet, net tarafsızlık, iklim değişikliği, siyaset ve diğer herhangi bir konu hakkında yapılan sohbetlerle de ilgilenmektedir. Buna göre, popülaritesinin her geçen gün artması, insanların “distopi” terimini kötüye kullanan örneklerini de fazlalaştırıyor. Distopya literatürü, bilhassa tanıdık bir toplumun hiperbolik bir görüntüsü – toplumun kusurları hakkında bir nokta oluşturmak için – toplumsal hastalıkları abartıyor. Aynı zamanda, ütopik edebiyatın tam tersi, sözde “ideal toplum“un aslında mümkün olan en kötü fikir olduğunu belirterek, sonuç olarak insanlığın mahvolmasına neden olan bir dünya yaratıyor. Distopya yazarlığının en ünlü örneği ise George Orwell‘in 1984 kitabıdır. Ancak Orwell, bu kitabı Yevgeni Zamyatin’in Biz kitabından esinlenerek ondan yirmi yıl sonra, 1940’larda yazmıştır.

Distopik Kitaplar

Hillary Jordan, Amerikalı roman yazarıdır. İki yayınlanmış romanı vardır. Bunlar: Mudbound (2008) ve When She Woke (2011). When She Woke, Yapı Kredi Yayınları tarafından “Uyandığında” adıyla Türkçeye çevrilip yayımlanmıştır.

Uyandığında, hikâye din devletine dönüşmüş ABD’de geçiyor. Suç işleyenlerin ten renklerinin değiştirildiği ve toplum tarafından sürekli olarak dışlanmaları konu alan bir distopya hikâyenin evrenini oluşturuyor. Uyandığında, insanların işledikleri suçlar sebebiyle hapsetmek istemeyen bir din devletini anlatıyor. Suç işlediklerini düşündükleri kişileri hapishanelerde barındırmak hükümete yük olduğundan, çareyi işledikleri suçların ciddiyetine göre deri renklerini değiştirmekte buluyor. Mesela cinayet işleyen yirmi yıl kırmızı bir tenle dolaşmak zorunda kalıyor. Ya da hırsızlık yapan on yıl sarı bir tenle… Hapse atılmaz ancak o tenle dışarıda dolaşmak da çok kolay olmaz. Biraz 1984’e, biraz da Kadınlar Ülkesine benziyor. Distopik kurgu sevenlerin keyifle okuyacağı bir kitap.

Kadınların pantolon giymesini bile erkekleri azdırıcı bir olay gören ataerkil ve baskıcı bir topluma şahit oluyoruz. Kitabın başkarakteri Hannah Payne de böyle bir toplumda yasak bir ilişkiden hamile kalarak kürtaj yaptırıyor ve 16 yıl kırmızı kalmaya mahkum ediliyor. Hannah‘ın kendi içindeki inanç ve feminizm konularıyla ilgili sorgulamaları okurları sorgulamaya itiyordu ve bu, beni kitaba bağlayan en önemli etken oldu. Hannah karakteriyle inanılmaz bir şekilde bütünleştim ve kendi içimdeki sorgulamaları bir karakterin ağzından okumak çok hoşuma gitti.

İşte Tüm Zamanların Tarih Sırasına Göre En İyi Distopik Kitapları

Zaman Makinesi – H.G. WELLS (1895)

Bilimkurgunun bu kült romanlarından biri olan Zaman Makinesi‘nin hikâyesi, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiltere’deki bir bilim insanının akşam yemeğine çağırdığı konuklarına zaman makinesi olduğunu iddia ettiği bir aygıtı göstermesiyle başlıyor. Konukları ona inanmaz. Ancak bir hafta sonra tekrar evinde toplandıklarında bilim insanını bitkin bir halde bulurlar. Hikâyenin kahramanı zamanda yolcuğa çıkmıştır.

Geleceğe yolculuk edip, geleceğin ırkıyla tanışan adam bu sefer, 802701 yılında, bir zamanlar Londra’nın bulunduğu noktada tanık olduğu yaşamı anlatır konuklarına. Yeni Aden’in altındaki tünellerde yaşayan başka bir canlı türünün de varlığından bahseder. İlerde insanı nelerin beklediğine, bekleyebileceğine dair bu distopik romanı okurken, insanlığın geleceği için endişelenmekten kendinizi alamayacaksınız.

Demir Ökçe – Jack London (1907)

Modern karşı ütopyaların ilki sayılan bu roman, toplumda ve siyasette gelecekte yer alacak değişiklikleri irdeler.

Jack London‘ın 1907’de yayımlanan Demir Ökçe adlı eseri, modern karşı-ütopyacı romanların ilki sayılır. Totaliter ve baskıcı sistemdeki toplumu tanımlamak için kullanılan karşı-ütopya kavramı, bu kitapta ABD‘de oligarşik bir tiranlığın yükselişinde yansır. George Orwell‘in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanına da esin kaynağı olan Demir Ökçe, toplumda ve siyasette gelecekte yer alacak değişiklikleri irdeler.

London‘ın ileride ABD‘de bir çöküş yaşanacağı yönündeki öngörüsü tam anlamıyla gerçekleşmemişse de, yazarın uluslararası gerginliklerle ilgili görüşleri birkaç yıl farkla da olsa gerçek tarihle örtüşür. Demir Ökçe‘de 1913’te başlayan bu çatışma, gerçekte 1914’te patlak vermiştir. Dahası, London sadece 1914’te olanları değil, İkinci Dünya Savaşı‘na giden olayları da kehanette bulunurcasına öngörmüş; faşist yapılanmanın dünyayı nasıl dehşete sürükleyeceğini ve bunun karşısındaki devrimci duruşun nasıl olması gerektiğini dile getirmiştir.

Ne yazık ki geçen zaman London‘ın kehanetlerini doğrular niteliktedir.

Biz – Yevgeni Zamyatin (1920)

Totalitarizm Tehlikesine İşaret Eden Bir Roman

Yevgeni Zamyatin, G. Orwell ve A. Huxley gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı olan bir figürdür. Onlardan çok önce yazdığı Biz ile totalitarizm tehlikesine işaret ederek, anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüştürmüştür.

Romanda Temalar ve Konu

Bütünlüklü, bitmiş bir topluma karşı olan Zamyatin, Biz‘de böylesi bir toplumun olumsuzluklarını anlatır. 26. yüzyılda geçen romanda, insan doğadan ve kendi ‘ben’liğinden koparılmış, ‘Biz’leşerek teknolojiye ve bürokratik devlete teslim olmuştur.

  • Kişisellik yoktur: İnsanların adları değil, numaraları vardır.
  • Denetim: Saydam, cam duvarların arkasında yaşayan insanların her dakikası devletçe belirlenmekte ve denetlenmektedir.
  • İzinli İlişkiler: Erkek ve dişi numaralar, yalnızca izin belgeleriyle önceden belirlenmiş sevişme saatlerinde birbirlerini ziyaret ettikleri zaman perdeleri indirme hakkına sahiptirler.

Zamyatin, “gerçek edebiyatın güvenilir ve gayretkeşş görevliler tarafından değil, ancak aykırı ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebileceğini” savunarak resmi görüşlere karşı çıkmış, kuşağının en radikal isimlerinden biri olmuştur.

Özgürlük ve Mutluluk

Büyük Birader, insanlara ne özgürlük ne de mutluluk vaat etmektedir; hiç kimse için kurtuluş yoktur. Zamyatin’in getirdiği tartışma ise düşünen ve hayal eden insan için özgürlük ve mutluluğun özdeş kavramlar olduğudur.

  • Özgürlük: Mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir.
  • Başkaldırı: Zamyatin’de başkaldırmak, alışılagelmiş olanla mücadele etmek acı verir; gerçi, ama ‘dünü bugün, bugünü de dün’ olarak yaşamak daha zordur.

Zamyatin’in ütopyası kesintisiz bir mücadeledir; bugüne daima yarının gözüyle bakarak, kendi kurduğunu, kurumlaşmaya başladığı andan itibaren yeniden yıkarak sürdürülen bir mücadele. Ütopya, Zamyatin için bir ufuktur; ona sürekli olarak yaklaşılır ancak varılamaz. ‘Vardık’, teslim olmaktır; gerçek sorular ise ‘Neden’ ve ‘Peki sonra ne olacak?’tır.

Dava – Franz Kafka (1925)

Temalar

  • Geçilmez Bürokrasi
  • Hapishane-Sanayi Kompleksi

Konu

Orijinal adı “Der Process” olan, dünya edebiyatının ünlü yazarlarından Franz Kafka‘nın “Dava” adlı romanı, Korku Çağı diye adlandırılan 20. yüzyılda insanoğlunun artık neredeyse kurtulması imkânsız bir yazgıya dönüşen kuşatılmış yaşamının öyküsüdür.

Sinema Uyarlaması

Dava, sinema tarihinin en iyi filmleri arasında sayılan “Citizen Kane” adlı filmin Amerikalı yönetmeni Orson Welles tarafından 1962 yılında sinemaya uyarlanmıştır. Filmin özgün adı “Le Procès” olan “Dava” filmi, Amerika Birleşik Devletleri’nde “The Trial” olarak gösterime girmiştir.

Kafka’nın Temaları Üzerine Düşünceler

Kafka’nın eserlerinde sıkça işlediği temalar arasında geçilmez bürokrasinin insan hayatını nasıl etkilediği ve hapishane-sanayi kompleksi ile bireyin özgürlüğünün nasıl kısıtlandığı yer alır. Dava, bu temalar üzerinden insanın çaresizliğini ve sistemin acımasızlığını derinlemesine sorgular.

Cesur Yeni Dünya (1932)

  • Yazar: Aldous Huxley
  • Temalar: Büyük ilaç, soyutlama

İngiliz yazar Aldous Leonard Huxley’in orijinal adı “Brave New World” olan “Cesur Yeni Dünya” adlı romanı Londra’da 26. yüzyılda geçmektedir. Bu dünyanın cesur insanları, Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilirler. Romanda distopik bir atmosfer mevcuttur; üreme teknolojisi, öjenik ve hipnopedi (uykuda öğretme) sayesinde toplum değiştirilmiştir.

Swastika Geceleri – Katharine Burdakin (1937)

En Önemli Feminist Eserlerden Biri Olarak Görülen Bu Roman, Faşizmin Tehlikeleri Hakkında Okuyucularını Uyarır.

Modern toplumlarımızın günden güne totaliter rejimlere doğru kaydığı, filozof Slavoj Žižek‘in dediği gibi, kapitalizmle demokrasi arasındaki sonsuz evliliğin bittiği bir dönemde hepimizin kafasını kurcalayan şey, nasıl bir geleceğin bizi beklediğidir. Eğer insanlık bu gelecekten işaretleri okuyamayıp bu geleceği değiştiremediği takdirde, Katharine Burdekin’in 80 yıl önce kurguladığı faşist bir dünya bizi bekliyor olabilir mi?

Şiddet ve hainliğin erkeklere statü kazandırdığı, kadınların damızlık hayvan vasfına indirgendigi bu dünyada herkesin ortaklaşa taptığı tek bir şey vardır: Lider.

1937’de Hitler henüz yaşarken yazılan bu roman, uzun süre unutulmuş; ancak 1980’lerde tekrar gündeme gelmiştir. “1984” ve “Cesur Yeni Dünya” gibi büyük distopik romanların arasında yer alan Swastika Geceleri, en önemli feminist eserlerden biri olarak görülmektedir. Önsözden alıntılarsak:

Burdekin, Swastika Geceleri’nde yedi yüz yıllık Nazi hegemonyasının ardından bir Avrupa hayal ederken, faşizmin tehlikeleri hakkında uyarıda bulunmaktan daha fazlasını yapmaktaydı. Burdekin’in kitabı, faşizm analizlerini Hitler ve onun döneminin özelliklerinin ötesine geçerek ifade etmesi açısından önem taşımaktadır. Faşizmin erkek hegemonyasının olağan gerçekliğinden, cinsiyet rolleri açısından erkek ve kadınları kutuplaştıran bir gerçeklikten nitelik olarak değil, nicelik olarak farklı olduğunu iddia eden Burdekin, davranışın ‘eril’ ve ‘dişil’ şekillerini hicvetmektedir. Bu açıdan Nazi ideolojisi, ‘erkeklik kültü’nün en uç noktaya ulaşmış halidir. Erkeklik kültüne karşı öne sürülen güçlü argümanların yanı sıra bu bağlantı, Burdekin’in kitabını 1930 ve 1940’larda yazılmış diğer pek çok anti-faşist karşı ütopya kitabından ayırır.

1984 – George Orwell (1949)

  • Yazar / Film yapımcısı: George Orwell
  • Temalar: Devlet baskısı, devlet destekli gözetim, bürokrasi, askerî-endüstriyel kompleks.

Asıl adı ile Eric Arthur Blair olan İngiliz edebiyatının ünlü isimlerinden “Hayvan Çiftliği” adlı eserin yazarı George Orwell’ın “1984” adlı romanı distopik bir dünyada geçer. Distopya romanlarının en ünlü romanlarından olan “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı roman; insanların nasıl apolitikleştirildiklerini, nasıl her şeyden korkan bir hâle getirildiklerini çok iyi anlatır. Okurken her satırı içinize işleyeceğinden etkisinden kurtulmanız da kolay olmaz.

Otomatik Piyano – Kurt Vonnegut Jr. (1952)

İnsanlara Gerek Kalmadan Üretim Yapıldığı Dönemleri Anlatan Bu Roman, Makineleşen Dünyayı Gözler Önüne Serer.

Dünya Savaşı sürerken, insanlara hiç gerek kalmadan üretim yapmanın yolu bulundu. Sorun şu: İnsanlar ne yapacak?

“Bu şarkıyı senin şerefine çaldım, Doktor,” diye bağırdı Rudy, gürültüyü bastırarak. “Bitene kadar bekle.” Rudy, antika enstrüman sanki en son teknoloji harikasıymış gibi davranıyor; heyecanla inip kalkan tuşların ardında seçilebilen müzik kalıplarını gösteriyordu: titremeleri, bütün tuşların akordiyon gibi hareket etmesini ve bas tuşların ağır ağır, düzenli inip kalkışlarını.

“Bak, şu ikisinin inip kalktığını gördün mü, Doktor? Tıpkı bir adam çalıyormuş gibi. Şunlara bak!” Müzik tam beş sentlik bir eğlence sunmuş havasıyla birden Rudy hâlâ bağırıyordu: “İnsan bir tuhaf oluyor değil mi, Doktor, şu tuşların inip kalktığını seyrederken? Sanki bir hayalet oturmuş yüreğini döküyor gibi.”

Fahrenheit 451 – Ray Bradbury (1953)

Fahrenheit 451, ilk kez 1953’te yayımlanan ve bütün dünyada hızla ün kazanan, totaliter rejimlerin dehşetini, devlet sansürünün yıkıcılığını anlatan başyapıtlardan biridir. Romanın kahramanı Guy Montag, hayatındaki bütün yanlışların doğrularla yer değiştirmesinin ardından, işini, eşini ve yaşayışını yeni bir gözle değerlendirmeye başlar.

Montag’ın önünü alamadığı duyguları onu, asla tahmin edemeyeceği şeyler yapmaya iter. Montag’ın hikâyesini okurken sansüre, totaliter yönetimlere ve günümüz kültür endüstrisine ilişkin keskin eleştiriyi fark etmemeniz olanaksızdır. Ancak Bradbury, romanı hakkında şöyle der:

“Romanım hep yanlış yorumlandı. Fahrenheit 451 ne sansür ne de otoriter devlet üzerineydi. Romanım aslında televizyonun okumaya, özellikle de edebiyata ilgiyi nasıl yok ettiğini anlatıyordu.”

Bu bağlamda, Fahrenheit 451, sadece bir distopya değil, aynı zamanda medya ve kültür eleştirisi olarak da öne çıkmaktadır.

Sineklerin Tanrısı – William Golding (1954)

1911 doğumlu İngiliz yazar ve şair William Golding’in muhteşem eseri Sineklerin Tanrısı, okuyanları büyüleyen kitaplar arasında yer almaktadır. Zülfü Livaneli’nin Son Adası gibi Sineklerin Tanrısı da bize kendimizi sorgulatması açısından tokat gibi çarpıyor.

Başlangıçta, ıssız bir adaya düşen çocukların serüvenlerini anlatan, küçükler için yazılmış bir öykü gibi görünen Sineklerin Tanrısı, karakterlerin iç dünyalarına gittikçe insanlığın zaaflarını ortaya koyan bir kült haline dönüşüyor. Gemileri battıktan sonra Pasifik Okyanusu’nda ıssız bir adaya sığınan üç İngiliz gencinin, Büyük Britanya uygarlığının oldukça başarılı bir küçük örneğini nasıl yeniden kurduklarını anlatan Sineklerin Tanrısı, hem okuyucuda hem de edebiyat dünyasında çarpıcı bir iz bırakıyor.

Otomatik Portakal – Anthony Burgess (1962)

Otomatik Portakal, karabasan gibi bir gelecek atmosferinde, geceleyin sokaklara dehşet saçan, yaşamları şiddet üzerine kurulu gençlerin hayatlarının ve özgür iradelerinin keskin dille sorgulandığı bir roman; aynı zamanda bir kara mizah örneğidir. Yazarı Burgess, Otomatik Portakal’da, anti-kahramanı için ayrı bir dil de yaratır: “Nadsat”.

Kara mizahın deneysel dille buluştuğu distopik bir roman olan Otomatik Portakal, daha sonraki yıllarda filme de uyarlanmıştır. Burgess, kitabının ismini seçme hikâyesini şöyle anlatır:

“İngiliz argosunda bir deyiş vardır. Queer as a clockwork orange.

Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Burgess, bu çok sevdiği lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüş.

Hayatta Kalma Güncesi – Doris Lessing (1974)

Hayatta Kalma Güncesi, yaşanan aşkları ve iktidar kavgalarını anlatan bir roman olup, hayata tutunmak için verilen savaşı okuyuculara yansıtır.

Doris Lessing, “Mutsuz çocukluklar, romancılar yaratır” diyerek, roman ve öykülerinde 20. yüzyılın toplumsal ve politik kaosu içindeki bireylerin yaşam serüvenlerini anlatır. Nobel Ödüllü yazarın bu değişik ve çarpıcı romanı, bir tür kıyamet öyküsüdür.

Temalar:

  • Çevre Kirliliği: Hoyratça kullanılan doğal kaynakların tükenişi.
  • Evsizlik: Evsizlerin sayısının artışı ve sokak çetelerinin kural tanımazlığı.
  • Dil Yozlaşması: İletişimsizlik ve insanların büyük şehirlerden kaçışları.
  • Issızlık: Kalabalıkların yerini alan ıssızlık hissi.

Lessing, usta ve akıcı anlatımıyla bütün bu olup bitenlerin görgü tanığı olan, hatta hiç tanımadığı bir çocuk-kadının sorumluluğunu da üstlenen yaşlıca bir kadının ağzından aktarıyor olayları. Yazarın kıvrak dili, insanların çaresiz durumlarda en olmayacak koşullara nasıl ayak uydurduğunu, bu koşullara rağmen yaşanan aşkları ve iktidar kavgalarını, hayata tutunmak için verilen savaşı, çok etkileyici bir romanda biçimlendiriyor.

Damızlık Kızın Öyküsü – Margaret Atwood (1985)

Feminist Distopya

Kanadalı kadın yazar, şair ve feminist eleştirmen Margaret Atwood, 1985’te yayımlandığı Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanında okurlarına distopyanın güçlü bir feminist okumasını sunuyor. Damızlık Kızın Öyküsü, içerisinde bulunduğu ve kadın haklarının yetersiz kaldığı bir dünyada yaşarken, başka türlü yaşanmış olabilecek bir tarihi sorguluyor.

Hiç verilmemiş olan değil, tam tersine bir zaman sahip olunan hakların kadınların ellerinden alınarak düzenin tersine döndüğü bir zamanda çıkacak sonucuna odaklanıyor. Atwood, kadınların okumasının ve yazmasının yasaklandığı totaliter Hıristiyan teokrasisinde, kadınların sadece damızlık birer makineye dönüştüğünün öyküsünü anlattığı bu romanda, toplumsal cinsiyetin en vahşi ayrımını gözlerimizin önüne seriyor.

Körlük – José Saramago (1995)

Körlüğün Bir Salgın Olduğunu Düşünün

Körlüğün bir salgın olduğunu düşünün! Ne kadar da ürkütücü, değil mi? Adı bilinmeyen bir ülkenin, adı bilinmeyen bir kentinde, normal bir günde arabasının direksiyonundaki bir adam, trafik ışığının yeşile dönmesini beklerken bir anda kör olur. Çok zaman geçmeden körlük salgını bütün kente, hatta bütün ülkeye yayılır. Ne yönetim kalır ülkede, ne de düzen; bütün körler karantinaya alınsa bile her yerde kaos, pislik, açlık ve zorbalık hüküm sürmeye başlar.

Yaşam durur. İnsanların tek çabası, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaktır.

Aralarında, bütün kentte gözleri gören tek kişi olan ve gruptakilere rehberlik eden bir kadının da bulunduğu yedi kişi, cehenneme dönen bu kentte hayatta kalabilmek için verdiği mücadeleyi anlatan romanda, Saramago müthiş bir gözlem gücüyle hepimizi sarsıyor.

Yazar, beklenmedik bir felaketi yaşayan bir toplumun nasıl çökebileceğini, nasıl bencilleşebileceğini ve değer yargılarını kaybedebileceğini betimlediği bu kaotik dünya, insanın karanlık yüzünün simgesi haline geliyor. Ürkütücü bir gerçekliği olmasına rağmen olağanüstü bir şiirsellikle anlatılmış bu distopik roman Körlük, 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Portekizli yazar José Saramago’nun belki de en etkileyici yapıtıdır.

Açlık Oyunları – Suzanne Collins (2008)

Açlık Oyunları, Ateşi Yakalamak ve Alaycı Kuş isimleriyle üç ciltlik kitap olarak yayımlanan seriyi, 2012’de Gary Ross tarafından çekilen filmden tanıyor olmanız mümkün. Roma döneminin mirasını, günümüz toplumunun amansız yiyecek ve iktidar savaşına taşıyor. Roman, kıyamet sonrasında uzak ve belli olmayan bir gelecekte Kuzey Amerika’da kurulmuş bir yer olan Panem’de yaşayan 16 yaşındaki Katniss Everdeen’in ağzından anlatılıyor.

Hikâyede iki ayrı halk vardır. Biri gelişmiş bir şehir olan Capitol’de yaşayanlar, diğeri Panem’de yaşayanlardır. Açlık Oyunları, her yıl ülkenin on iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkeğin tek kişi kalana kadar savaştığı ve Capitol halkı tarafından bir görsel şölen gibi sunulduğu bir televizyon programıdır.

Haber : Cemil UÇAR

 

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
Gelmiş Geçmiş En İyi Distopik Kitaplar
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Gazetemize Abone Olabilirsiniz.

Yeni haberlerden anında haberdar olmak için e-posta aboneliğini hemen başlat.
KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.