USD39,43
%0.21
EURO45,60
%-0.32
EURO/USD1,16
%-0.31
BIST9.520,22
%0.00
Petrol75,81
%9.30
GR. ALTIN4.352,78
%1.60
BTC4.106.693,85
%-3.49
Cemil Uçar
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Yazarı Çokça Tanınmayan Müthiş Kitabın Bir Bölümü

Yazarı Çokça Tanınmayan Müthiş Kitabın Bir Bölümü

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Gelecek Olayların Şekli

“Savaş sonrası dönemdeki demokrasinin başarısı, devlet tarafından düzenlenen üretim ve yeniden dağılım arasındaki dengeye bağlıdır. Küreselleşmeyle birlikte bu denge bozulur. Sermaye hareketlenmiştir. Üretim ulusal sınırların ötesine, böylece devletin yeniden dağılım görevinden dışarı çıkmıştır… Büyüme yeniden dağılıma karşı çıkar; verimli döngü, bir kısırdöngüye dönüşür.”
— DOMINIQUE STRAUSS-KAHN

Küreselleşme

Ekonomilerin tarihleri vardır. Uluslararasılaşma, yani bu sözcüğün icadından önceki kullanımıyla küreselleşmenin son büyük evresi Birinci Dünya Savaşı öncesindeki imparatorluk yıllarında yaşanmıştı.

Bugünkü gibi, o zaman da yaygın olarak “bizim” (Büyük Britanya, Batı Avrupa ve Birleşik Devletler) eşi benzeri görülmedik bir büyüme ve istikrar çağının eşiğine geldiğimiz tahmin edilmişti. Uluslararası bir savaş, kelimenin gerçek anlamıyla imkansız görünüyordu. Barışın korunması yalnızca büyük devletlerin çıkarına değildi; onlarca senelik sanayileşme ve silah teknolojisindeki muazzam ilerlemelerin ardından savaş, tarif edilemeyecek kadar yıkıcı ve tahammül edilemeyecek kadar masraflı olurdu.

Herhalde aklı başında hiçbir devlet veya siyasetçi bunu arzulamazdı.
— Küreselleşme, teknolojiye duyulan yüksek modernist inancın ve savaş sonrası on yılların coşkulu havasına damgasını vuran rasyonel yönetimin güncelleştirilmiş halidir. Onlar gibi, siyasetin tercihlerin birbirleriyle savaştığı bir arena olduğu fikrini içkin biçimde dışlar: 18. yüzyılda fizyokratların ileri sürdüğü gibi, iktisadi ilişkiler sistemini doğanın kendisi yerleştirmiştir.

Bir kere tespit edilip doğru biçimde anlaşıldılar mı, bize kalan şey bu iktisadi yasalara uygun biçimde yaşamaktır.

Ancak küreselleşen ekonominin gittikçe artan biçimde serveti eşitleme eğilimi taşıdığı doğru değil, sistemin daha liberal hayranları küreselleşmeyi bu şekilde savunur. Ülkeler arasındaki eşitsizlikler gerçekten de daha az belirgin hale gelirken, ülkelerin içindeki servet farklılıkları ve yoksulluk aslında artmaktadır.

Dahası, sürekli iktisadi büyüme, kendi içinde ne eşitliğin ne de zenginliğin güvencesidir; hatta ekonomik kalkınma için güvenilir bir kaynak bile değildir.

İleri teknoloji endüstrisi ve hizmetlerinin küreselleşen ekonomisine büyük bir gürültü eşliğinde hevesle katılmasına rağmen, Hindistan‘ın sayısı 400 milyon olan çalışan nüfusundan sadece 1,3 milyon insan “yeni ekonomi” içinde istihdam edilmektedir. En basit deyimiyle, küreselleşmenin faydaları kendini çok uzun bir süre içinde, azar azar göstermektedir.

Dahası, ekonomik küreselleşmenin sorunsuz bir biçimde siyasal özgürlüklere dönüşeceğini düşünmek için elimizde sağlam bir dayanak yoktur. Çin ile diğer Asya ekonomilerinin dışa açılması yalnızca sanayi üretimini yüksek ücretli bölgelerden düşük ücretlilere kaydırmıştır.

Üstelik Çin (gelişmekte olan diğer pek çok ülke gibi) sadece düşük ücretli bir ülke değildir; aynı zamanda ve öncelikle bir “düşük haklar” ülkesidir. Zaten ücretlerin düşük kalmasını sağlayan da hakların olmayışıdır ve bu bir süre daha böyle devam edecektir. Bu arada Çin ile rekabet eden ülkelerdeki işçi haklarının da azalmasına yol açacaktır.

Çin‘deki kapitalizm, kitlelerin koşullarını özgürleştirmek şöyle dursun, onların bastırılmasına katkıda bulunmaktadır.

Küreselleşmenin Sonuçları ve Yanılgılar

Küreselleşmenin hükümetlerin altını oyacağı, devasa uluslararası şirketlerin uluslararası alandaki iktisadi siyaset belirleme mekanizmalarına hakim oldukları korporatist piyasa devletleri işini kolaylaştıracağı yönündeki yanılsamaya gelince: 2008 krizi, bunun bir serap olduğunu gözler önüne sermiştir.

Bankalar iflas etti, işsizlik korkunç boyutlarda arttı, geniş kapsamlı düzeltici faaliyetlere başvurulduğu zaman ortada “korporatist bir piyasa devleti” yoktur. Sadece 18. yüzyıldan beri bildiğimiz devlet vardır.

Elimizdeki yegane devlet budur.

Kuşkusuz, küreselleşmenin vaatleri ve daha genel olarak son elli yıldır yasa ve yönetmeliklerin uluslararası hale gelmesi, alışagelmiş devleti aşma projesinin bir parçasıdır. Coğrafi olarak tanımlanmış siyasi birimlerin yaratılışındaki çekişmelerin tarihe havale edildiği, ortaklaşa çalışılan bir devlet-ötesi çağa doğru ilerliyor olmamız gerekirdi.

Devleti Düşünmek

Madem devletin dönüşüne, sadece bir hükümetin sağlayabileceği güvenliğe ve giderebileceği kaynaklara duyduğumuz ihtiyacın arttığını göreceğiz, öyleyse devletlerin neler yapabileceğine daha çok dikkat etmemiz gerekir.

Geçen elli yılda karma ekonomilerin başarısı, genç bir kuşağı istikrara kesin gözüyle bakmak zorunluluğunu

Bakamaya ve vergilendiren, düzenleyen ve genel olarak müdahale eden devlet ―engelinin‖ kalkmasını talep etmeye yöneltti. Kamu sektörünün daraltılması, gelişmiş dünyanın çoğu yerinde geçerli siyasi dil halini aldı.

Oysa küreselleşmiş rekabetin getirdiği açmazlara ancak bir devlet gereken biçimde cevap verebilir. Bunlar, özel bir şirket ya da endüstrinin bırakın ele alıp çözüme kavuşturmayı, kavraması bile imkansız meselelerdir. Özel sektörten beklenebileceklerin en iyisi, kısa vadede belirli işlerin savunulmasında veya ayrıcalıklı sektörlerin korunmasında lobi faaliyetleri yürütmek, kamu mülkiyetiyle ilişkilendirilen hastalıklara ve yetersizliklere reçete bulmak olabilir.

Kamu Müdahalesinin Günümüzdeki Durumu

Son otuz yıldır kamu mülkiyetinin ve müdahalenin ölçüsünü azaltmış olmakla birlikte, kendimizi en son Buhran döneminde görülen de facto devlete sarılırken buluyoruz. Denetimsiz mali piyasalara ve pek çoğlarının kaybına kıyasla, birkaç kişinin orantısız kazancına karşı gösterilen tepkiler, devleti her yere el atmak zorunda bırakmıştır.

Ancak biz, 1989 yılından beri aşırı kudretli devletin nihai yenilgisi için kendimizi kutlamakta, dolayısıyla müdahaleye neden ve nereye kadar ihtiyaç duyduğumuzu kendimize açıklamak için yanlış yerde durmaktayız.

Devleti Yeniden Düşünmek

Devleti tekrar düşünmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Üstelik, ABD‘yi diğer gelişmiş ülkelerden ayıran en önemli nokta, bunun tam tersine inanılmasıdır.

Oysa, devlet daima ekonomik aksaklıkların kaynağı olarak kötülenmektedir. Bu güçlü olumsuz mit karşısında, devlete uygun rolü nasıl tarif edebiliriz?

İlk olarak, gerçek zararı vermiş ve hala verebilecek olanın aşırı muktedir egemen güçler olduğunu, soldan da daha önce teslim etmemiz lazımdır. İki haklı endişe söz konusu:

1. Baskı ve Özgürlük

Bunlardan birincisi baskıdır. Siyasal özgürlük öncelikle devlet tarafından başıboş bırakılmaktan oluşmaz. Hiçbir Modern devlet idaresi yurttaşlarını ihmal edemez veya etmemelidir.

Özgürlük aslında devletin amaçlarıyla aynı fikirde olmama hakkını elimizde tutmamıza ve itirazlarımızla hedeflerimizi cezalandırılma korkusu olmaksızın dile getirmemize bağlıdır.

Verimlilik, ciddi eşitsizliği meşru göstermemeli ve sosyal adalet adına aykırılıkları bastırmak için kullanılmamalıdır. Eğer verimliliğin bedeli buysa, hangi siyasal renkte olursa olsunözgür yaşamak verimli bir devlette yaşamaktan daha iyidir.

2. Olayları Yanlış Değerlendirme

İkinci itiraz ise, aktif devletlerin olayları yanlış değerlendirebilmesidir. Devlet hata yaparsa, bu muhtemelen büyük çapta olur: 1960’lardan bu yana İngiliz ortaokullarındaki öğretimin tarihçesi buna örnektir.

Amerikalı sosyolog James Scott“yerel bilgi” dediği şeyin yararları hakkında bilgece yazmıştı.

Bir toplum ne kadar rengarenk ve karışıksatepedekilerin aşağıdakilerin gerçeklerinden habersiz olma ihtimali de o kadar artar.

Kural olarak, “karmaşık işleyen bir düzen hakkında bilebileceklerimizin” sınırları vardır. Devletin kamuya müdahalesinin yararlarını mutlaka bu basit hakikatle kıyaslamak gerekir.

Devletin En Kötü Seçenek Olduğu Dönemler

  1. yüzyıl ortalarında, devletin herhangi bir meselede muhtemel en iyi çözüm olduğuna dair evrensel olmayan ama yaygın olan varsayımdan kendimizi kurtardık.

Şimdi ise, bunun tersi olan anlayıştandevletin tanımı gereği ve daima mevcut en kötü seçenek olduğu görüşünden kurtulmaya geldik.

Liberaller, kendilerini yoksulluğun, aşırı eşitsizliğin ve elverişsiz koşulların hafifletilmesiyle sınırlandırabilir.

Muhafazakarlar ise kendi gündemleriniiyi denetlenen rekabetçi piyasayı destekleyecek mevzuatla sınırlı tutar. Oysa, devletin bir gündeme ve bunu uygulayacak bir yola ihtiyaç duyduğunu kesinlikle kabul etmek gerekir.

Karl Popper’ın bu konuda söyleyecekleri vardı:

“Serbest pazar mantığa aykırıdır. Eğer devlet müdahale etmezse, o zaman tekeller, vakıflar, sendikalar ve diğer yarı-siyasal örgütler devreye girer ve piyasanın serbestliği de hayal olur.”

Bu çelişkinin hayati önemi büyüktür. Piyasa her zaman, kendi işletmelerini korumak üzere hükümetin müdahalesini kısıtlayan aşırı kudretli katılımcılar tarafından çarpıtılma tehdidi altındadır.

Piyasa zamanla kendi kendisinin en büyük düşmanı haline gelir.

Amerikan kapitalizmi‘ni yeniden ayakta tutmak içinYeni Düzenciler‘in üstün ve başarılı çabalarına en şiddetle karşı çıkanlar, sonunda bundan yararlanacak olanlar olurdu.

Kamu Hizmetlerine Karşı Özel Teşebbüs ve Toplu Ulaşımın Önemi

Kamu hizmetine karşı özel teşebbüsü meşru göstermek üzere geleneksel olarak kullanılan verimlilik argümanları, toplu ulaşımda pek işe yaramaz. Çünkü, kamusal ulaşımın temel çelişkisi, işi iyi yapan bir hizmetin, daha az «randımanlı» ve maliyetli olmasıdır.

Örneğin, özel bir otobüs şirketi yalnızca ücret ödeyebilenlere hızla ulaşım sağlar. Emekliler gibi, şehir dışında nadiren kullananlara ise uzak durur. Bu durumda, şirket daha çok kar eder çünkü sadece kendisine kazandıran hizmetleri tercih eder. Bu açıdan bakıldığında, bu verimlidir.

Ancak, devlet veya yerel yönetimler, bu emeklilere de karşılıksız ve «randımansız» hizmetler sağlamalıdır. Elbette, bu tür hizmetler yokken kısa vadede ekonomik faydalar elde edilebilir. Fakat, uzun vadede toplumun toplam kaybı, ölçülemese de, tartışmasız gerçek olan zararla dengelenir.

Otobüsler ve trenler gibi toplu ulaşım araçları, ilk olarak toplumsal bir hizmet sunarlar. Bu hizmet ancak devlet, hükümet ve yerel yetkililer tarafından ortaklaşa yapılırsa sürdürülebilir olur.

Bazı iktisatçılar, bu hizmetler için gereken ödeneğin hep savurganlık olduğunu düşünür. Onlara göre, demiryolu hatlarını yerden söküp, herkesin arabasıyla seyahat etmesi daha ucuz olabilirdi.

Gelecekte Toplu Ulaşım ve Maliyetler

Gelecekte, bu tür hatalardan kaçınmanın yolu, tüm maliyetleri—ekonomik, toplumsalçevreselinsaniestetik ve kültürel—değerlendirirken, düşünce ve kriterlerimizi yeniden gözden geçirmek olacaktır.

Toplu ulaşım, trenler dahil olmak üzere sadece neredeyse insanları A noktasından B noktasına taşımanın bir yolu değildir.

  1. yüzyılın başlarında, modern toplum ve hizmet devletinin doğuşu aynı döneme denk gelmiştir. Bu iki gelişme birbirinin devamıdır.

Bireycilik ve Toplum

Modernitenin en belirleyici özelliğinin, bağımsız, kendi ayakları üzerinde duran, minnettar olmayan bireyler olduğunu kabul etmekte aceleci davranıyoruz. Bu bağlantısız birey, modernlik öncesinin bağımlı ve itaatkar öznesine göre daha başarılı görünür.

Ancak, önemli nokta şudur: “Bireycilik” bizim zamanımıza ait olsa da, kablolu olmayan çağda, insanların yalıtılmış hallerine de göndermelerde bulunur.

Lakin, gerçek belirleyici, birey değiltoplumdurDaha doğrusu, sivil toplum veya 19. yüzyılda burjuva toplumu.

Demiryollarısivil toplumu ortaya çıkaran ve onun doğal bir parçası olmaya devam eden kolektif projelerdir.

Toplumsal Katkı ve Ortak Kaynaklar

Eğer toplu ulaşım ve trenlere kaynak ayırmanın önemini anlayamıyorsak, bunun bir nedeni, herkesin kendini duvarlarla çevrili yaşam alanlarına kapatmasıdır.

Bir başka neden, ortak alanları paylaşmayı ve somut ortak çıkarlar uğruna kullanmayı bilmiyor olmamızdır. Bu kayıp, ulaşımın durması veya sonu kadar önemli sonuçlar içerir.

Korku ve Güvensizlik Dönemi

“Özgürlük ve güvenlik arasındaki sözde çatışma”, artık bir kabus gibi görünüyor.

Karl Popper’ın ifadesiyle,

“Devlet tarafından güvence altına alınmayan özgürlük olamaz…

Klepto-kapitalizmin, ürkütücü bir geçiş kolaylığıyla sosyalist rejimleri yozlaştırmayı başardığı yerlerdeki eşi görülmedik güvensizlik çağını atlatmak, kırılgan demokratik yapıların önünde büyük bir engel teşkil ediyor.

Doğu Avrupa’daki gençler, ekonomik özgürlük ile müdahaleci devletin çatıştığını düşünmeye yönlendirilmiştir; bu, Amerikalı Cumhuriyetçi Parti ile paylaşılan ortak bir dogmadır. Tuhaftır ki, bu görüş Komünistlerin de kendi perspektiflerinde yer almaktadır. Bu durumda, otoriterliğe geri dönüş çekicileşebilir; çünkü bu tarz ülkelerde, geleneklerin yeraltında önemli ölçüde destek bulmaya devam ettiği görülür.

Kuzey Amerikalılar ve Batı Avrupalılar, saf bir biçimde demokrasi, haklar, liberalizm ve ekonomik ilerleme arasındaki ilişkiyi kabul ederler. Ancak, çoğu kişi için bir siyasi sistemin meşruiyeti ve güvenirliği, genellikle liberal pratiklere veya demokrasi biçimlerine değil, düzen ve öngörülebilirliğe dayanır.

Muhtemelen adalet, idari yetenek ve sokakların asayişi kadar önemli kabul edilir. Eğer demokrasiye sahip çıkabilirsek, demokrasimiz olur. Ama öncelik güvende olmak ve güvenliği artırmak olmalıdır.

Ortak Güven ve Güvenilir Hizmetler

Küresel tehditler arttıkça, asayişin cazibesi de artar.

En yerleşik demokratik ülkelerde bile, ortak güveni sağlayan kurumların ve düzgün finanse edilen kamu sektörünün bittiği anda, insanlar boşluğu özel kuruluşlarla doldurma eğilimine gireceklerdir. Bu durum, en seküler Batı toplumlarında bile dinin, inancın, cemaatlerin ve doktrinlerin yeniden canlanmasına yol açabilir.

Dışarıdan gelenler ise, her zaman tehdit, düşman veya sorun olarak görülür.

Geçmişte olduğu gibi, istikrar vaadikorumacılığın rahatlığına karışma riski taşır. Sol’un daha iyi bir önerisi olmadığı zaman, böyle vaatlere bel bağlayan seçmenler bulunabilir.

 

Daha iyi bir gelecek inşa etmek istiyorsak, en sağlam temeller üzerine oturmuş liberal demokrasilerin bile karışıp gidebileceğinin farkında olmamız gerekir.

Açıkça davranalım: sosyal demokrasinin bir geleceği olacaksa, bu, korku sosyal demokrasisi şeklinde görülen bir gelecek olacaktır.

Sol’un Koruması Gerekenler

Sol’un muhafaza etmesi gereken önemli şeyler vardır. Zaten, neden olmasın ki? Radikalizm, her zaman geçmişi muhafaza etmekle ilgilidir.

  1. yüzyılın başlarında, Fransa ve Britanya’daki radikallerin öfkesi büyük ölçüde, iktisadi hayatın ahlaki kuralları ve sanayi kapitalizmi ile yeni dünyanın bu kuralları altüst etmesi üzerinedir.

İlk sosyalistlerin politik enerjisini ve devrimci duygularını körükleyen de, bu kaybetme duygusuydu. Sol’un hep muhafaza edeceği, değerli bir şeyler vardı.

 

Yazarı Çokça Tanınmayan Müthiş Kitabın Bir Bölümü
Yorum Yap
Giriş Yap

Haber Kontak ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!