Gölgedeki Filmler
1967’de Lütfi Ö. Akad’ın yönetmenliğini yaptığı, senaryosunu Yılmaz Güney’in kaleme aldığı Hudutların Kanunu, Türk sinemasında toplumsal gerçekçiliğin en çarpıcı örneklerinden biri olarak öne çıkar. Urfa ve Mardin’de çekilen film, yalnızca kaçakçılığın hikâyesi değildir; sınır köylülerinin yoksulluğu, toprak ağalarının düzeni ve devletle birey arasındaki bitmeyen çatışmayı gözler önüne serer. Gösterildiği dönemde dikkat çekmiş, Antalya Altın Portakal’da “En İyi İkinci Film” seçilmiş ve Güney’e “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırmıştır. Fakat 12 Eylül sürecinde kopyalarının yakılmasıyla uzun yıllar gölgede kalmış, ancak Martin Scorsese’nin kurduğu Dünya Sinema Vakfı tarafından restore edilip 2011 Cannes Klasikler bölümünde yeniden seyirciyle buluşabilmiştir.
Film, topraksız köylülerin tek geçim kaynağına dönüşen sınır kaçakçılığını anlatır. Devletin gözünde bu insanlar birer suçludur. Oysa köylülerin tek derdi hayatta kalmaktır. Köydeki komutan, bu gidişata vicdanı razı olmadığı için bir çözüm arar: ağadan toprak kiralayarak köylüleri kaçakçılıktan çiftçiliğe yönlendirmek. Ama toprak sahibi ağa, sömürü düzenini bozacak hiçbir girişime izin vermez. Kaçakçılar çiftçi değil, onun gözünde yalnızca kullanılıp atılacak işçilerdir. Ekilen mahsullerin yok edilmesi, bu döngünün devam etmesi içindir. Böylece film, “böyle gelmiş, böyle mi gidecek?” sorusunu kırsalın aynasında sorar.
Yılmaz Güney’in başroldeki performansı, filmin bel kemiğidir. Onun sert ama kırılgan bakışları, sınırın ölümcül gerçeğini adeta bedeninde taşır. Erol Taş, ağanın hoyratlığını klişe bir kötülüğün ötesine geçirir; onun çıkar düzenine sıkı sıkıya bağlı karanlık bir portre çizer. Genç Tuncel Kurtiz ise yan karakter olarak bile filmin ritmine derinlik katar. Pervin Par ve diğer oyuncular, hikâyeye canlı bir gerçekçilik katarken, köylülerin çaresizliğini sahici bir tonla perdeye taşır.
Akad’ın kamerası, sınır köylerinin sert coğrafyasını neredeyse belgesel bir gözle kayda alır. Geniş planlarda Urfa ve Mardin’in çıplak toprakları, sınır çizgisini görünmez ama hissedilir kılar. Kaçakçıların gece yürüyüşleri, mayın tarlalarının gerilimi, köylülerin göçmen kuşlar gibi sınıra mahkûm halleri… Film, mekânı yalnızca bir arka plan değil, karakterlerin kaderini belirleyen bir güç olarak kullanır.
Finalde mayın tarlasındaki donup kalan görüntü, yalnızca bir karakterin değil, bir toplumun çıkışsızlığını simgeler.
Hudutların Kanunu, gösterildiği dönemde değer görse de uzun yıllar sessizliğe mahkûm edildi. Sansür ve unutulmuşluk onu gölgede bıraktı. Ancak yeniden gün yüzüne çıktığında anlaşıldı ki, bu film yalnızca bir dönemin değil, bugün hâlâ güncelliğini koruyan meselelerin de aynasıdır: sınırlar, sömürü düzeni, eğitim yoksunluğu, toprağın adaletsiz paylaşımı. Bugün hâlâ şu soruyu sorduruyor: “Sınırları çizen kim, bu sınırların bedelini ödeyen kim?”
Hudutların Kanunu, gölgede kalmış ama ışığını mayınların arasından bile sızdırmayı başarmış filmlerden biridir.