Bir gece, gözlerimi hafifçe kıpırdatmadan, onun yüzüne tutuyorum. Bedenin üstüne değil, sanki gökyüzüne, yıldızların parlaklığına bakar gibi… Aynada yansıyanı değil, içimde saklı duran o küçük çaplı saçmalıklarımı deşifre etmeye çalışıyorum. Belki de gözlerim, onun o anne sıcaklığıyla ısınmış, masmavi bakışlarının derinliklerinde kaybolmuştur
Konusuz şiirler gibi de olsa, yine de mutlu ediyorsun. Birkaç kelimenin içine saklanmış yeşil bir sevda gibi; saçmalık, belki. Ama benim salak çocuğum… Gözlerimde o küçük hüznü, o safsatalı mutluluğu görüyorum. Tabii ki bu salaklık biraz benden geçmiş olmalı. Gözlerimizin ortak noktası, bu işe yaramazlık ve şapşallık… Birbirimizi gizliyor olabiliriz.
Sende görmek istediğim yönler, benim içimdeki o şiirsel, ama aslında çok basit, çok şapşal yanlarım için; iltifat ederken saklı tuttuğum, kendi işe yaramazlıklarımı… Birbirimize dair ne kadar muktedir, ne kadar güçlüymüşüz gibi söylense de, aslında ikimizin de gözleri, geçip giden o anlamsız, ama bir o kadar da içimizi ısıtan, komik ve insani duygularla dolu o küçük şapşallıklara bakıyor.
Ve biliyorum, içimizde saklı kalan, ondan sakınmak istediğimiz, aslında en çok sevdiğimiz o “konusuz” şiirler gibi hayat. Yine de, onun gülüşüyle mutlu oluruz. Birlikte, o karmaşık ve boşluklarla dolu dünyamızda, ışık olup parlayan budur belki de: saçmalılık ve sevda, aynı anda.
Şimdi de kocaman bir aptallık içindeyiz. Biz böyleyiz çünkü, bir şapşallığı yenmek yerine, gücümüzü daha nasıl saçmalarım diye tüketmeye alışmışız. Kabul etmek neden bu kadar zor, Tanrı’mıyız evladım? Herkes kendi kendinin vicdanı olmaya çalışsa, belki bu gün ağzımızdan düşürmediğimiz birçok kavrama da acı çektirmek zorunda kalmazdık.
Neden yazdım bunları biliyor musun? Bilmiyorsun elbette. En kısa nasıl söylenir bilmem ama inanma, “en dolu söz suskunlukta gizlidir” denilmesine. Söz söz de gizlidir. Nerede söyleyeceğini bilmelisin ama, hele hele seviyorsa insan, “eşeklik yaptım” diyebilmeli. Bilmiyor musun? O garibim varlıklara dünyanın yükünü çektikleri için belki de eşek denilmiştir. Biliyorum, bu yazı da konusu konusuz şiirler gibi yavan gelebilir kimilerine, ama ikimiz de biliyoruz ki bütün kabahatler iki kişiliktir.
Kabullenmediğimiz sürece, kabahat bile adını bilmez. Lütfen evlat, lütfen; kabahatlerimizi suça dönüştürmeyelim.
Yoksa ne sen ne ben, Anayasa Mahkemesi’ne bile gitsek, bu konunun ana fikrini kimseye anlatamayız. Ben yazdım çünkü, sen henüz bu hayatta en kötü duygunun nedamet olduğunu zannediyorsun.
Hayır, hayır, bin defa hayır! Nedamet, yani pişmanlık, gün gelir kendinden pişman olur. Söz ustalığı değil bu, acemiliği tersine, çünkü her sözün için başka söz var. İnsanın çok söze zamanı yok, ama… Belki de bunu bildiği için, dünyanın başına çöreklenmiş eski kart zalimler kendilerini bilge diye yutturmuşlar bizlere.
Kısacası, benim için bir şey yapmanı istemiyorum. Artık ben de benim için ölümsüzlüğe vardın sen.
Ne güzel diyorum, en acı verici ihtimallere bile, sevdiklerimi toprağa atmak zorunda kalmayacağım. Kimse de beni toprağa vermesin. Ölümü bekleyenlerden olmak istemediğim gibi, bizim gibi tiplere uygun görülen, nereye gömüldüğü veya atıldığı kim bilir… Belki de, yakıldığımız yerin bilinmemesidir.
Çok eskilerde, buna “çok adlı adsız” demiştim. Şimdi emin oldum artık: bizim gibi ibret ve acı abideleri, tüm aidiyetlerini yitirerek, özgürlüğümüzü kazanmak için devamlı kaybederiz.
Ölmemekten ölmek budur.
Sen yeter artık benzeme bana, asla. Bilmiyorsun tabii, hiç de öğrenmeni istemem ama, kaçınılmazdır: insan, sevdiğinden kaçtıkça yakınlaşır. Ve gün gelir, o yakınlığa alışırsın.